13 Kasım 2009 Cuma

ANNE, ÇOCUK VE SANAT


   Anne ve çocuğu arasındaki ilişki insan yaşamına dair en güzel, en samimi, aynı zamanda en anlaşılmaz ve çözülmesi güç olgulardan biridir. Göbek bağının kesilmesiyle sonsuza kadar ayrılmış olan fiziksel beraberlik, görünmeyen bağlarla sımsıkı bağlanmış olarak bu kez duygusal yönde devam edecektir. Bir insanın yaşamını olumlu ya da olumsuz etkileyebilecek olan bu yoğun ilişki, psikoloji biliminin de konuları arasında yer almaktadır. Psikanaliz'in babası Sigmund Freud, kişiliğin temelini bebeklik ve çocukluk yıllarında yaşanan olaylara dayandırmış ve anne-çocuk ilişkisi üzerine çalışmalar yapmıştır.
   Annesinin yoğun ilgisinden ya da ilgisizliğinden, bazen de annesinin yokluğundan etkilenmemiş insan sayısı az olmasa gerek. Hatta bu konuda sadece bireyin değil devletlerin, imparatorlukların da etkilendiği örnekler tarihçiler tarafından incelenmiştir. Annelerinin egemenliğindeki çocuk kralların, annelerinin etkisi altındaki sultanların varlığı bilinmektedir.
   Anne ve çocuk arasındaki bağın sanata yansıması şüphesiz daha duygusal olmuştur. Sanatçı duyarlılığı ile oluşturulan pek çok eserde açıkça ya da üstü örtülü olarak bu bağın izleri görülür. Avrupa resim ve heykel sanatında başrolü oynayan "Meryem Ana ve Çocuk İsa" resimleri ile "Pieta" sahneleri, dini bir anlam taşımanın yanı sıra duygusal görünümleriyle de dikkat çekerler. Bu örneklerdeki gibi anne ve çocuk figürünün yer almadığı ancak sanatçının annesine duyduğu bağlılığın izlerinin görüldüğü eserler de vardır. Bu konuda ilgimi çekmiş olan bir kaç sanatçıya ve eserlerine ait bilgileri paylaşmak isterim.
   Örneğin Leonardo da Vinci... Roma'nın Vinci kasabasında doğmuş olan Leonardo, anne hasretiyle büyümüştür. Babası bir noter, annesi ise basit bir köylüdür. Ancak babası bir başkasıyla evlidir. Başka çocuğu olmayan baba, Leonardo'yu yanına alır. Babaannesiyle büyüyen ve onu çok seven Leonardo yine de annesinin  yokluğunu hissetmiştir. Anatomi, botanik, mühendislik gibi alanlarda da çalışmaları olan bu ilginç sanatçı, az sayıda resmi olmasına rağmen Rönesans sanatının ustası sayılmaktadır. 
En tanınan eseri olan muhteşem Mona Lisa sırrını hala korur. Gizemli gülüşü, masum ifadesiyle dikkati çeken figürün kim olduğu hakkında pek çok yorum yapılmıştır. 
Bu yorumlardan biri, ünlü hekim ve psikolog Freud'a aittir. Ona göre bu figür , sanatçının özlemini çektiği annesinden başkası değildir.
   Sanatçının anne şefkatine göndermede bulunduğu bir başka eseri Kayalıklar Bakiresi'dir. Vaftizci Yahya, Meryem, İsa ve bir meleğin yer aldığı bu ünlü yapıtta Meryem figürü çocukları kucaklar gibidir. Bir eli bebek İsa'nın başında, diğer eli bebek Yahya'nın omuzundadır. Ve bu görüntü, çocuklarını korumak isteyen şefkatli bir anne görüntüsüne birebir uymaktadır.
   Rönesans'ın bir başka ünlü ismi de Albrecht Dürer'dir. Almanya Nünberg doğumlu ünlü ressam, Kuzey Avrupa resim sanatı temsilcilerindendir. Araştıran, tartışan, düşünen bir sanatçı olma özelliğine sahip Dürer, soğukkanlı, etkileyici ve ilginç bir kişiliğe sahiptir. Uzun yıllar boyunca geç-ortaçağ tıbbının en yaygın teorilerinden biri olan "Dört Salgı Teorisi" üzerinde çalışmıştır. Antik çağlardan beri inanılan bu teoriye göre insanı oluşturan dört adet akışkan, dört insani mizacı belirlemektedir ( Kan, balgam, sarı safra ve kara safra). Bu dört akışkandan  hangisi baskınsa insan karakteri ona göre belirlenir. Bu akışkanlardan herhangi biri fazla salgılanırsa o kişi hastalanır. 32 yaşındayken dalağından kaynaklanan bir hastalığa yakalanan Dürer, safranın dışarı akması üzerine melankoli çektiğine inanır ve melankolik ruh halini bu duruma bağlar. Melankolik mizacıyla, hastalık hastası denebilecek tavırlarıyla bilinen sanatçının bu duygular içerisinde oluşturduğu çizimleri mevcuttur. Böylesi bir yapıya sahip olan insanın, yakınlarından birini kaybettiğinde hissedeceği duygular da fazlasıyla yoğun olacaktır. Nitekim Dürer de 43 yaşındayken annesini kaybettiğinde derinden sarsılır ve bu yokluğun acısını ömrünün sonuna kadar hisseder.


Sanatçının, annesinin ölümünden kısa bir süre sonra meydana getirdiği Melankoli I adlı gravürü pek çok simgeler içermekte ve hala çözülmeye çalışılmaktadır. Evrensel bir başyapıt olma özelliğini koruyan eserin kahramanı, elini çenesine dayamış, sıkıntılı bir şekilde oturan bir kadın figürüdür. Bu figürün çevresinde bir çok simgesel obje yer alır. Bunların çoğu melankoliyi çağrıştıran veya melankoli tedavisinde kullanılan objelerdir. Bunlardan farklı olarak, figürün arkasındaki yapının duvarında yer alan sayı dörtgeninde tam bir simetri gözlenir ve dörtgendeki sayıların toplamı, yatayda ve dikeyde 34 rakamını verir. Pek çok araştırmacıya göre bu sayı, sanatçının ölüm tarihi olan 14.05.1514'ün farklı şekillerdeki toplamıdır. Freud ise, Dürer'in annesine çok düşkün olduğunu ve annesinin babasına karşı pasif-feminin bir kişilik sergilediğini belirtmiş, gravürdeki kadının sanatçının annesi olduğu yorumunda bulunmuştur. Ona göre, sanatçının babasını temsil eden objelerin de yer aldığı yapıtta, yerdeki küre kadının rahminden yere düşmüş olan ve yaratıcılığı simgeleyen bir yumurta, arka plandaki deniz ise ana rahmine geri dönüş özlemidir. Pek çok araştırmaya konu olan ve her seferinde yeni okumalara imkan sağlayan bu eser hakkında kesin yargıya varmak güçtür. Kesin olan, Dürer'in duygusal kişiliği, annesine olan sevgisi ve yokluğunda duyduğu üzüntüdür. 


   Anne ve çocuk ilişkisinin resim sanatına yansıması konusunda ipucu verebilecek bir diğer ressam, Sürrealizmin önemli temsilcilerinden biri olan Rene Magritte'tir. Sürrealizm 20.yy.'ın ilk çeyreğinde ortaya çıkar. Hayal ile gerçeği, bilinç ile bilinçdışını bir arada sunan ve akılcılığı yadsıyan bir akımdır. Nesneleri alışılmışın dışında betimleyen sürrealist ressamlar, geleneksel görme alışkanlığımızın dışına çıkmamızı sağlarlar. Bazıları ise nesneleri oldukları gibi en ince ayrıntısına kadar betimlerler ama bu kez de onları olmamaları gereken yerlere yerleştirerek hayal gücümüzü zorlarlar. 
Rene Magritte bunlardan biridir. Felsefeye ilgi duyan Magritte, kendisine "ressam" denmesinden hoşlanmaz. Resim aracılığıyla iletişimde bulunan bir düşünür olarak görülmeyi tercih eder.
   Rene Magritte 1898 yılında Belçika Lessines'de dünyaya gelir. Üç erkek çocuğun en büyüğüdür. Rene ve ailesi, tüccar olan baba nedeniyle sık sık şehir değiştirirler. 12 yaşındayken resim yapmaya başlayan sanatçı, 14 yaşında büyük bir acı yaşar. Annesi Sambre Nehri'ne atlayarak intihar etmiştir. Resimlerinde fazlaca görülen "su" temasının bu olayla ilişkili olduğu yorumları yapılmaktadır.
   Annesinin etkisiyle oluşturduğu söylenen asıl yapıtlar "The Lovers" isimli iki resmidir. İki ayrı resim olan ancak birbirlerinin devamı gibi gözüken bu çalışmalarda betimlenen aşık figürlerinin yüzleri beyaz renkli kumaş parçalarıyla sarılmıştır. Yüzleri örtülü iki aşık, resimlerden birinde sakin bir şekilde yan yana durmakta, diğerinde ise öpüşmektedirler. Sanatçının annesi nehirden çıkarıldığında, eteğinin bacaklarından sıyrılıp yüzünü kapatmış olduğu ve bu görüntünün etkisiyle resimdeki aşıkların yüzlerinin kumaşla sarılı olarak betimlendiği yorumları yapılmaktadır. Böylesi acı verici bir deneyimin sanatçıyı etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir.
   Farklı bölgelerde ve farklı zamanlarda yaşamış olan bu üç ustanın hayat hikayelerinde ortak olan; duygusal yapıları ile annelerine karşı hissettikleri sevgi ve özlemdir. Hangi yaşta olursak olalım annemize ihtiyaç duyarız. Annemizin karşılıksız sevgisi arkamızdaki daimi güçtür. Anne ve evladı arasındaki bağ, beraberken huzur veren ama koptuğunda depremler yaratacak kadar hassas olan bir bağdır. Bu yazıda adı geçen örneklere daha bir çok ekleme yapılabilir. Bu yapıtlar hakkında yapılan yorumların kesin olup olmadıkları elbette bilinemez. Ancak insanoğlu var olduğu sürece bu sevginin izleri resimlere, heykellere, filmlere, romanlara ve şarkılara yansımaya devam edecektir.