23 Nisan 2010 Cuma

OLMASA MEKTUBUN...

   Cemal Süreya,  günlük tarzında yazdığı “Günler” adlı kitabının bir bölümünde “mektup” konusuna da değinmiş. Yaşım icabı olsa gerek, konuyla ilgili satırları okuyunca yine maziye dalıverdim(!) “Ah! Ah! Eskiden ne güzel mektup yazardık, mektuplar alırdık” diye düşünürken buldum kendimi. Gerçi bu konuda çevremi şöyle bir yokladığımda en hevesli şahsın bizzat kendim olduğunu fark ettim ama olsun!!!
    Ben yazmaya meraklıydım. Günlük tuttuğum gibi bir de mektup alışkanlığım vardı. Olayın “aşk mektubu” ile başladığını söyleyebilirim:) Bizim zamanımızda öyle Facebook’ta “ilişkisi var” şeklinde ileti yayınlayıp, yanına da kalp kondurma durumumuz yoktu:) O şekilde bir imkan olsa bile onu ilan edecek ataklığımız, rahatlığımız yoktu. Zaten “çocukluk aşkı” dediğim de karşılıklı bakışıp, kızarıp-bozarıp,  tüm sınıfla konuşup da bir tek o çocukla konuşamamaktan ibaretti. Eee! Biz de ne yaptık o durumda? Birbirimize karşılıklı notlar gönderdik. O notları saklamadığım için çok üzülüyorum şimdi. Alıp, okuyup hemen imha ederdim. Aman kimse görmesin! Sanki görseler ne olacak? 11 yaşındasın yahu! Ne saf, ne temiz ve kim bilir ne komik şeyler yazmıştık.
    Bir de uzun uzun yazdığım mektuplar vardı. Bazı büyüklerime mektuplar yolladım ve baktım ki cevap yollayan tek insan Büyükdedem. Babamın dedesi. Bursa’da yaşıyordu. Zamanın sayılı üniversite mezunlarındandı. Bana güzel güzel cevaplar yazardı, öğütler verirdi. Arada bir de mektubun içinde para yollardı. (Mesela kardeşimin yazıyla çiziyle hiç işi olmadığı için bu imkandan yararlanamadı:)) Büyükdedemin bazı mektupları duruyor Allah’tan.
    Bayramlarda ve yılbaşında da tebrik kartı atardım. Bu özel günlerde çeşit çeşit tebrik kartı satılırdı kırtasiyelerde. Şimdiki gibi telefon mesajıyla geçiştirilmezdi iş. Özene bezene herkese uygun kart seçerdim. Üşenmezdim. Postaneye götürüp yollardım hepsini. Önceleri pul yapıştırılırdı zarflara. Sonra sonra zarfların “bızt bızt” diye seri şekilde geçirilerek damgalandığı makineler çıktı.
    Tabii ki bunlar beni kesmedi bir de mektup arkadaşı edindim. Van’da yaşayan ve yaşıtım olan bir kızdı. Zamanla iletişimimiz koptu ama bu arkadaşlık bana farklı bir yerde ve farklı şartlarda yaşayan insanlar hakkında çok şey öğretti. Aslında bu şekilde bir mektup arkadaşlığı çocuklarımıza çok şey kazandırılabilir. Ama hala sürüyor mu bu iletişim şekli bilmiyorum. Biz çocukken yapılan bir şeydi.
    Veee tabii ki çocukluktan çıktık, büyüdük. Ciddi bir erkek arkadaşımız oldu. Sevgili yaptık. Şansa bakın ki o sevgili askere gitti. 18 ay boyunca bana mektup yazma fırsatı doğdu:) Diyebilirim ki şimdi eşim olan Sayın Orhan Perker’i mektup manyağı yaptım. Kıbrıs’ta askerlik yapıyordu ve Kıbrıs’la telefon görüşmesi yapmak çok zordu. Ben de dayandım mektuba. 2-3 güne 1 mektup düşecek şekilde çalıştım. Öyle ki bazı devre arkadaşlarını “senin sevgilin ne güzel yazıyor, benimkinden hiç ses yok” şeklinde bunalıma soktuğumu ve ağlattığımı söyler eşim:) Bir de şöyle bir durum oluşmuş. Normalde askere giden mektuplar okunur ama benim mektuplarımı bir süre sonra okumadan vermeye başlamışlar. Muhtemelen "yine yazmış deli!" diye düşünüyorlardı. Adamları bile bıktırmışım yani. Evliliğimi bir anlamda bu mektuplara borçluyum:) Çünkü görüşmek çok zordu, zaman uzundu. Aramızdaki tek bağ bu mektuplardı. İşte bu mektupları büyücek bir kutu içerisinde hala saklıyorum. Benim mektupların kutusu büyük olmasına büyük de, eşimin bana karşılık olarak yazdığı mektuplar daha küçük bir kutunun dibinde duruyor ancak:) Benim hızıma yetişmesi zordu doğal olarak.
    Uzun zamandır mektup yazmıyorum, kart atmıyorum. Çoğumuz gibi. Oğlum doğduktan sonra onun için tuttuğum bir günlük var sadece. Teknolojiye uyduk, blog kullanıyoruz artık. Geçenlerde bir yerde okumuştum. Kalem ve kağıtla klasik şekilde yazı yazmak beyni geliştiriyormuş halbuki. Klavye ile değil yani. Arada bir eski alışkanlıklarımıza geri mi dönsek acaba? Şöyle bir düşündüm de benim mektup yazmayla ilgili ne güzel anılarım varmış.