29 Ekim 2012 Pazartesi

BUGÜN 29 EKİM






Cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" kuşaklar ister.
Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizsiniz; Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve sürdürecek olanlar sizlersiniz!







18 Ekim 2012 Perşembe

AMPUTE MİLLİ FUTBOL TAKIMIMIZ DÜNYA ÜÇÜNCÜSÜ OLMUŞ DUYDUNUZ MU?



 
    Bugün Yılmaz Özdil'in Hürriyet'teki yazısından öğrendim Türkiye Ampute Milli Futbol Takımı'nın Dünya üçüncüsü olduğunu. Utandım... Kızdım... Bir de futbolla ilgilendiğimi sanıyorum. Bu haberi atladığım için utandım. Bu haberi bize ulaştırma konusunda sorumsuz davrananlara da kızdım. 
    Geçtiğimiz hafta sonunda dünya üçüncüsü olmuş bu sporcular. Pazar ve pazartesi akşamları yayınlanan sözde spor programlarında kendilerinden bahsedildiğine rastlamadım ben. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün eski doktorunun ağzından laf almaya çalışıyorlardı ve Alex, Aykut, Aziz Yıldırım denklemini çözmeye çalıştılar saatlerce. Yazık! Gerçekten yazık! 
    Dünya üçüncüsü takım pazartesi akşamı Atatürk Havalimanı'na inmiş. Karşılayan olmamış. Özdil'in söylediği gibi... "Ne Futbol Federasyonu, ne Bedensel Engelliler Federasyonu, ne bir siyasi parti temsilcisi, ne de vatandaş... Hiç kimse yoktu..." Diyelim vatandaşın haberi yok. Nasıl olur da ilaç için bir yetkili olsun karşılamaz bu sporcuları? Nasıl olur da desteklemez? Bitmedi. Daha fenası da var. Ampute Milli Futbol Takımı oyuncularına Dünya Kupası'na gitmeden önce kamp için 250'şer lira harcırah verilecekmiş. (Dikkatinizi çekerim 250 lira) Hala hesaplarına yatmamış. Ayıp yahu! Utanır insan. Oysa Macaristan'ı yenmeleri halinde diğer milli futbolculara 150'şer bin lira prim verilecekti. Yine yenildiler tabii. Kurtaracaksınız Türk futbolunu! Ha gayret!
    Aslında şaşırmak yersiz. Bizde popüler olan gözdedir. Popüler olan desteklenir. Gerçek başarı ise asla gereken desteği, ilgiyi görmez. Ben bunu bilir, bunu söylerim!

Yılmaz Özdil'in yazısı...


10 Ekim 2012 Çarşamba

BEYOĞLU SAHAF FESTİVALİ... NELER ALDIM?


    Geçtiğimiz hafta sonu hava ne kadar güzeldi İstanbul'da. Bu yıla dair görüp görebileceğimiz son sıcak günlerdi herhalde. Gerekmedikçe hava durumunu takip etmediğim için yine bu şekilde birkaç gün yaşar mıyız bilemem. Hava durumu programlarına değil hissettiğime bakıyorum ben. Bugün üşüdüm mesela:)                     Ufaktan ufaktan geliyor soğuklar.
    Efendim hal böyleyken pazar günü Orhun'la kendimizi Taksim'e attık. Orhun, PC ve Play Station oyunları oynamaya meraklı her genç gibi Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki GameX 2012 Oyun Fuarı'na gitmek istedi.  Eşim iş yerinde yoğun bir hafta geçirdiği için "hadi sen dinlen o zaman" dedim. Orhun'un bir arkadaşıyla birlikte 2 delikanlıyı fuara götürme işini üstlendim. "Hava da güzel. Onlar fuarda takılırken ben de Sahaf  Festivali'ne göz atarım" diye düşündüm. Fuara bıraktım önce onları. Kapıda uzuuuuun bir kuyruk. Tahmin ediyordum öyle olacağını. Gençler digital oyunlarla kafayı yemiş durumda. Mesela benim 17 yaşındaki kuzenim fuarda yatıp kalkacaktı neredeyse:) 3 gün oradaymış. Orhun abartmıyor Allah'tan. Aslında ben de 15-25 yaş aralığında genç bir insan olsaydım aynı durumda olurdum. Farkındayım. O potansiyel bende de vardı:) Ama Orhun'un digital oyunlarla kafayı bozmasını istemezdim. Anime kılığına falan bürünen gençlerden olmasını mesela... Hiiiç istemezdim. Annem ve kardeşim fazla olduğunu düşünüyorlar ama bence dozunda oynuyor. Derslerini aksatmıyor, başka faaliyetlere de zaman ayırıyor. Ha bir de oynadığı oyunlar da önemli. Daha çok strateji oyunlarını seviyor. Ülke kursun, diğer ülkelerle savaşsın, barışsın, ticaret yapsın:) O yüzden biz de pek ses çıkarmıyoruz. 
   Yine lafı uzattım. Neyse... Delikanlıları fuar kuyruğunda bıraktım. Ben Beyoğlu Sahaf Festivali'ne doğru yol aldım. Yerini bilmeyen yoktur herhalde ama ben yine de hatırlatayım. Festival alanı Tepebaşı'nda TRT binasının yanında. 14 Ekim'e kadar da açık olacak.
    Festival kapsamında genelde Galata ve Kadıköy'deki sahaflar sergi açmışlardı. Vaktim de varken hepsini tek tek gezdim. Kitapları, dergileri karıştırdım. Pek bir şey alma niyetinde değildim açıkçası. Ne de olsa her zaman Beyoğlu'nda sahaflara uğrama imkanım var. Tamamen incelemek maksadıyla gezerken çocukluğuma, gençliğime döndüm. Bu anlamda en çok dergilerle ilgilendim. Zamanında her türlüsünü aldığımız fakat ilaç olsun diye bir tanesini bile saklamadığımız dergilerle...   Ki bu konudan annem sorumludur. Asla evde tutmazdı dergileri. Rahmetli babam çok okurdu. Kitabı da... Dergiyi de... Bir de ben severdim okumayı. Kardeşim pek ilgilenmezdi. Onun için varsa yoksa okul, ders:) Hala öyledir. Benim canımın içi şimdi müthiş çalışkan bir iş kadını. Ben de "beni rahat bıraksınlar okuyayım, yazayım" modundayım hala:) "İnsan 7'sinde neyse 70'inde de aynıdır" diye boşuna dememişler demek ki. Herkes belli bir huyla, belli bir yapıyla geliyor dünyaya. Ooof! Yine fazla daldım. Velhasılıkelam babam bana dergiler alırdı. Kendisine de alırdı. Karikatürden, çizgi romandan, magazinden tarih dergilerine kadar... Her türlüsünü... Ben onları da okurdum. İşte o dergilere yeniden göz attım pazar günü. Çocukluğuma döndüm. Babamı andım. Benim için böyle bir güzelliği oldu Sahaflar Festivali'nin. Yoksa ortaya atılmış 3-4-5 liralık bestseller'lar hiç ilgimi çekmedi. Bir de aslında birkaç dükkanda olduğu halde "bu kitabın bulunması zordur" deyip, o kitaba kafasına göre fiyat biçenler hiç hoşuma gitmedi. Tamam sahaflarda eski basımlar bulunur, az oldukları için değerlidirler ve mümkün olduğu kadar fazla para kazanmak istenir o kitaplardan ama fiyatını sorduğun bir kitabı başka bir sergide çok daha ucuza görmek onun aslında nadir olmadığını ve kimi satıcının daha fazla para kazanmak derdinde olduğunu anlatmaz mı? Festivale gidenler alışveriş yapmadan önce bir güzel gezsinler derim ben. 


    Dediğim gibi, alışveriş amacıyla gitmemiştim ama görünce dayanamayıp birkaç kitap aldım. Mesela bu Atatürk kitabını aldım. "Atatürk'ü Anıyoruz". Köşesindeki Koza Yayınları amblemi çocukluğuma götürdü beni. Evimizde bu amblemi taşıyan kitaplar vardı. Konu bir de Atatürk olunca dayanamadım. Fotoğrafta belli olmuyor ama küçücük bir kitap. Şeffaf naylon ciltli. Eskiden öyleydi bazı kitaplar. Şeffaf ciltleri vardı. Çok ama çok sevdim bu kitabı. Öğrenciler için hazırlanmış. İçinde Atatürk'ün hayatından parçalar, anılar, Atatürk'ün sözleri, Atatürk için söylenmiş sözler, şiirler var. 1973 basımı. Ben doğmadan 1 yıl önce basılmış. Kitaptan bir alıntı yapayım mı?                   Fransız Gazeteci Sanerweiin şöyle demiş Atatürk'ün ardından: "Atatürk öldü. Barış kubbesinin doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende kimse barışı garanti edemez".

 
    "Dostum Mozart". Cumhuriyet başyazarlığı da yapmış, önce Demokrat Partili, daha sonra bağımsız milletvekilliği görevlerinde bulunmuş gazeteci ve yazar Nadir Nadi'nin kitabı. Mozart biyografisi ama aynı zamanda yazarın kendisinin müzikle ilişkisi de var kitapta. Henüz okumadım tabii ama karıştırdığım ve bildiğim kadarıyla böyle.1988 basımı. Kitabın sahibi "22 Mart 1989/Eskişehir" yazmış ilk sayfaya. Kitabın içinden de yarım bir defter sayfası çıktı. Üzerinde "sazende, hanende, kakafoni, prestissimo, prima vista, senfoni, sonat, konçerto, arya, messe, düet, kuarte, allegro, rondo, gusto" yazıyor:) Müzik öğrencisi miydi acaba kitabın sahibi?

 
 


"Kiracı". Bu kitabı da Altan Erbulak çocukluğuma ait isimlerden biri olduğu için aldım. Çok eski değil. 1993 basımı. İçinde Erbulak'ın karikatürleri ve yazıları var.

   
    "Haçsız Haçlılar". Arthur Koestler'in bir romanı. 1973 basımı. Bildiğim fakat okumadığım bir roman. Fakat ben Orhun için aldım daha çok. Şöyle yazıyor arka kapakta "Son dünya savaşında Gestapo'nun eline düşmüş bir militanın, sakat ve hasta bir halde sığındığı tarafsız ülkede İngiltere ve Amerika'ya yerleşmek için yaptığı başvurmaların sonucunu beklerken, dünyayı daha yakından tanıdıktan sonra bütün inançlarından kopmuş bir halde yaptığı vicdan muhasebesini ve umutsuzluğu ile savaşını adım adım izleyeceksiniz". 2.Dünya Savaşı, savaş sonrası, savaşa katılmış askerlerin psikolojileri vs. benim tarihe meraklı, sosyal bilimci oğlumun ilgisini çekiyor bugünlerde. Tarihe, politikaya çok meraklı. Ve ne yalan söyleyeyim övünmüyor da değilim.     Çok da güzel kitaplar okuyor. Nelerle ilgilendiğini bildiğim için ben de yönlendiriyorum kitaplar konusunda (çünkü daha çok genç) ama benim önerdiklerimden beğenmediği olmadı hiç. Bunu da okuyabilir diye düşünüyorum. Ama önce ben okuyayım, değerlendireyim, öyle vereceğim kendisine. Ne yapayım ama? :)

 
 

   Dergilere baktım dedim ama bu FIRT'tan başka dergi almadım. GIRGIR ve FIRT dergileri eksik olmazdı bizim evde. Çok severdim. Benim aldığım 13 Haziran 1989 tarihli. 

    
    Kapağını açınca 2. sayfada Aykut Kocaman'ı görünce almak istedim:) Bir de o yıl biz şampiyon olmuşuz. Fenerbahçe karikatürleri vardı bol bol:) Aslında daha önceleri 2.sayfada yarı çıplak güzel bir kadın fotoğrafı olurdu. Fotoğrafın çevresinde bir sürü karikatür yer alırdı. Yavrunuzun Sayfası'ydı adı:) Sonra fotoğrafta da görüldüğü gibi Evrim Teorisi'ne dönüşmüştü sayfa. Her hafta bir ünlüyü çizerlerdi. O hafta da Aykut'u çizmişler ki ben bu sayıyı vallahi de billahi de hatırladım. Yaa Aykut! Bir zamanlar sen de futbolcuydun. Çok severdik seni. Bir zamanlar futbolcu olduğunu unutmamış olsaydın Alex krizini daha iyi yönetebilirdin. Tabii sen de Alex... İleri de teknik direktör olabileceğini düşünerek hareket etseydin işler bu noktaya gelmeyebilirdi. Nasıl ama? Ben çözdüm bu işi:) 

   
    Bir de çok güzel yabancı bir karikatür kitabı aldım ama 2 günde evin içinde kaybettim. Bulmam lazım. Çok güzel çizimler var içinde ve en az 20-30 yıllık bir kitap o da. 
    
    İşte böyle. Beyoğlu Sahaf Festivali'ni gezdim. Mutlu oldum. Çocukluğuma döndüm. Ama yaşlandığımı da anladım. O iyi olmadı işte:)





   

4 Ekim 2012 Perşembe

YİNE AYLARDAN EKİM!

 
    Ekim ayı bana hiç yaramıyor. Tıpkı geçen sene bu zamanlarda olduğu gibi şimdilerde de depresif bir ruh hali içinde gezinip duruyorum. Ekim tam bir geçiş dönemi benim için. Yaz aylarında "Ohh! hayat bana güzel" şeklinde oğluyla, eşiyle, arkadaşlarıyla gününü gün eden bünye; Ekim ayı gelince bir boşluğa düşüyor.         Tatlı Haziran, Temmuz, Ağustos ayları bitmiş; okul hazırlıklarıyla geçen Eylül ayı savuşturulmuş oluyor artık. Oğlan okula başlamış, eşin izinleri bitmiş... Peki ben ne yapacağım? İşte tam bu zamanlarda oğlumun doğumuyla bıraktığım çalışma hayatını özlüyorum. Halbuki 1-2 öğretmenlik başvurusu haricinde pek bir girişimde bulunmadım tekrar çalışma hayatına dönmek için. Doğrusunu söylemek gerekirse çok da kararlı değilim bu konuda. İki aradayım...



    Aslında keyfim yerinde. Artık kendini idare edecek duruma gelmiş olsa bile oğlumla yakından ilgilenmeyi seviyorum. Sabahları ona kahvaltısını hazırlayıp, uyandırmayı... Servise binerken el sallamayı... Okuldan eve döndüğünde yemeğini yerken onunla sohbet etmeyi, dersleriyle ilgilenmeyi seviyorum. Ben ortaokul ve lisedeyken annem çalıştığı için kapıyı kendim açardım, kendim girerdim eve. Yemeğimi kendim hazırlardım. Kardeşim genelde öğlenci olurdu, ben sabahçıydım. Ve her gün evin kapısını açarken  annemin evde olduğunu, mutfaktan mis gibi yeni pişirilmiş kek kokusunun geldiğini hayal ederdim. O yüzden şimdi oğluma güler yüzle kapıyı açmak beni çok mutlu ediyor. Aslında bu takıntım dışında klasik bir ev kadını da değilim ki sıkılayım. Hayatımda "gün" olayına girmedim:) Komşuculuk oynamayı da sevmem. Pek hamarat olduğum da söylenemez:) Arkadaşlarım vardır. Onlarla görüşürüm, buluşurum, gezerim. Güncel sergileri kaçırmamaya çalışırım. Tiyatro, sinema etkinlikleri de artar kışın. Mutlaka bir el sanatları kursuna giderim her yıl. Evdeysem bol bol okurum. Yazarım. Yani niye kaşınıyorum "Acaba tekrar çalışma hayatına dönsem mi?" diye düşünerek. (Üstelik eşim de sağ olsun bana asla karışmaz bu konuda). Bu daha çok huyla ilgili galiba. Boş durmayı sevmem. Üretmeyi severim. Bağımsız olmayı... Erkeklerin çoğunlukta olduğu her iş alanında kadınların kat be kat artmasını arzularım.  Çalışma hayatından uzak kaldığım için kızarım bazen kendime. Ama bir yandan da ev hayatından; kendime, eşime, oğluma, arkadaşlarıma doya doya zaman ayırmaktan  mutlu olduğumu hissederim. Birçok hemcinsimin de benim gibi hissettiğine eminim. Bizim işimiz erkeklerden çok daha zor. Erkek dışarı da çalışır, çalışmalıdır. Kadınlar ise iki arada bir derede kalır. Özellikle kız isterken bile "kızımız kadrolu mu, yoksa sözleşmeli mi?" diye sorulan ve ona göre bir değerlendirme yapılan günümüzde (ki bu olayı birinci ağızdan dinlemişliğim vardır). 
    Yaa işte böyle! Nerelerden nerelere geldim. Şu birkaç günü atlatayım. Resim kursum başlayacak, Okul Aile Birliği toplantıları başlayacak:) Aklımda başka uğraşılar da var. Bakalım beni kesecek mi? Bilmiyorum. Bakacağım. Göreceğim. Belki farklı projeler üreteceğim. Öyle ya da böyle... Yeneceğim seni EKİM!!!



Hamiş: Zaten tuhaf hallerdeyim, bir de savaşın eşiğinde bulunmamız hiç iyi olmadı. Al işte! Yine Ekim! Yine Ekim! Umarım işler daha kötüye gitmez. Savaşların aslında kimlerin işine geldiğini bilen, masumların hayatlarından neler alıp götüreceğinin farkında olan tüm insanlar gibi ben de SAVAŞA HAYIR! diyorum.