17 Mayıs 2014 Cumartesi

UNUTULMAZ...

   
    Günlerdir gözümüz kulağımız televizyonlarda. Kalbimiz, aklımız Soma'da...         Olan, biten, olacak olan her şey üzüyor beni, ama en çok şu olaya kahroldum: Soma'daki maden faciasından kurtulan bir işçi, nasıl hayatta kalabildiğini anlatıyor. İstim borusunu kırıp oradan az da olsa hava almayı akıl edebilmiş. O şekilde hayatta kalmış. Şükrediyor. Ama ardından içimi yakan cümleler geliyor. "Yanımdaki arkadaş boruyu istedi ama veremedim. Vermek istedim ama o zaman ben nefes alamıyacaktım. Şimdi rüyalarıma giriyor". :( 
    Hepimiz insanız. Ölümle yüz yüze gelince ne yapacağımızı hiçbirimiz önceden tahmin edemeyiz. Bu yüzden asla kınamam, ayıplamam bu arkadaşı. O kadar zor bir durumda ki. Bu vicdan azabıyla, yanı başında ölmek üzere olup yardım isteyen arkadaşının görüntüsüyle nasıl yaşar bir insan? Unutur mu? Unutamayacak.             Olur olmaz zamanlarda aklına gelecek bu olay. Son nefesine kadar unutamayacak. Adım gibi biliyorum ki ben de unutamayacağım bu maden işçisinin sözlerini, yaşadığını. O nasıl unutsun? Giden gitti, geride kalanlar bunun gibi nice acı verici hikayeyle bir ömür boyu yaşamak zorunda kalacaklar. Dilerim ki, bu olayın yaşanmasında suçlu olan her kim varsa cezasız kalmasın. Hem hukuki, hem de manevi yönden en ağır şekilde ödesin suçunun bedelini. Ajitasyondan hiç hoşlanmam. Bu yazıyı o amaçla yazmadım. Sadece bu yazıyı okuyan herkesin Soma maden faciasını, gidenleri ve ardında bıraktıklarını unutmamasını istiyorum. Unutmayalım! Ne olur bu sefer unutmayalım, unutturmayalım!




13 Mayıs 2014 Salı

SANAT TARİHÇİLERİ SESLENİYOR!

    
     Ben ne yazık ki önceden planlanmış işlerim olduğu için o gün orada olamayacağım.İlgilenenler için paylaşmak istedim.
    
    Konuyla bağlantılı olarak... Sanat Tarihi mezunlarının problemlerinden bir bölümünü anlatan LİSELERDE SANAT TARİHİ başlıklı yazım. 
    





 

8 Mayıs 2014 Perşembe

DEVRİM ARABALARI

    Bilim ve teknolojide pek çok ülkeden geride olduğumuzu biliriz, devamlı surette konuşuruz bunu. Kendimizi küçümseriz, dalga geçeriz. İlk yerli otomobilimiz Devrim'in benzini bittiği için ancak birkaç yüz metre gidebildiğini anlatırız muhabbet ortamlarında ama bunun neden böyle olduğunu, aslında yerli otomobil yapıldığı halde neden seri üretime geçilmediğini sorgulamayız. Henüz 1960'lı yılların başında gecesini gündüzüne katıp 4 adet yerli üretim otomobil yapabilmiş insanların fedakarlığını görmezden geliriz, sıkıntılarını düşünmek istemeyiz. Bir tuhaf insanlarızdır vesselam. 
    İlk yerli otomobilimiz Devrim'in hikayesini duymayan yoktur sanırım ama beni hüzünlendiren ve bazı şeyleri sorgulamama neden olan bu hikayeyi bir kez daha hatırlatmak isterim. Kısa süre önce Eskişehir'e yaptığım gezinin benim için öncelikli amacıydı Devrim'i görmek. Yapıldığı Tülomsaş Fabrikası'nda gördüm otomobilimizi... Bizim insanımızın fedakarlığını simgeleyen, ama yine bizim insanımızın başarıyı alkışlamak yerine eleştirmeyi tercih eden saçma tavrını hatırlatan, neden ilerleyemediğimizi düşündüren otomobilimizi...



    Gelin hep beraber 16 Haziran 1961 gününe gidelim. O gün Devlet Demiryolları Fabrikaları ve Cer Daireleri yönetici ve mühendislerinden 20 kişi bir toplantıya çağrılır. TCDD Genel Müdür Yardımcısı Emin Bozoğlu başkanlık etmektedir toplantıya. Ulaştırma Bakanlığı'nın isteğini iletir orada bulunanlara. Ulaştırma Bakanlığı "Ordunun ihtiyacını karşılayacak cadde, binek tipi ve tamamen Türk halkına özgü bir otomobil" üretilmesini istemektedir. Otomobil 29 Ekim 1961 tarihine kadar yapılmış olmalıdır.     Bu iş için TCDD çalışanlarının seçilmesinin nedeni yetişmiş teknik personele sahip olunması ve parça imalatının yapılabiliyor olmasıdır. 
    Toplantıya katılan mühendisler ve TCDD yöneticileri sürenin azlığını, böyle bir deneyimlerinin olmadığını dile getirirler, çoğunun örnek alacağı bir arabası bile yoktur ancak yine de kabul ederler ve işe koyulurlar. 



        Otomobilin yapımı için Eskişehir Demiryolu Fabrikası'nın dökümhane olarak inşa edilip kullanılmayan binası seçilir. (Yani günümüzdeki ismiyle Tülomsaş Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi A.Ş.) İlk yerli otomobilin 4-5 kişilik, toplam 1000-1100 kg. ağırlığında, orta boy denilebilecek bir tip olmasına karar verilir. Çalışanlar Yönetim, Tasarım, Motor Şanzıman, Süspansiyon ve Fren, Karoseri, Elektrik Donanımı, Döküm İşleri, Satın Alma İşleri ve Maliyet Hesapları olmak üzere 8 gruba ayrılırlar. Kapının üzerine kocaman rakamlarla işin bitmesi için kaç gün kaldığını gösteren bir levha asılır. Her günün sonunda levhadan 1 gün eksiltilir.


    
    Süre kısadır. İlk kez tamamen özgün tasarımla üretilecek yerli bir otomobil için 4,5 ay... Üstelik kamuoyunun baskısı altında... Sanayiciler, politikacılar, bürokratlar, akademisyenler, gazeteciler her fırsatta bu işin olamayacağını belirtirler. Fakat bekledikleri gibi olmaz. İlk otomobil ve motorların üretimi  -son anda da olsa- tamamlanır. Hepsi yüksek mühendis olan ana ekibin yanı sıra birçok işçinin haftanın   7 günü, günde en az 12 saat çalışmasıyla 4 adet otomobil, 7 adet motor ve 3 ayrı model şanzıman üretilir. 1 ve 2 numaralı Devrim Arabaları çalışmaya hazırdır ve 29 Ekim günü önce TBMM'ne, ardından Anıtkabir'e doğru yola çıkacaklardır. Biri siyah, biri bej renklidir. Siyah olan 28 Ekim akşamı boyanır, cilalama işi Ankara'ya götürülürken tren üzerinde yapılır. Zamana karşı böylesi bir yarış yaşanmıştır yani.


    
    Arabalar Ankara'ya doğru tren üzerinde yola çıkarlar. Kömürle çalışan lokomotiften sıçraması muhtemel kıvılcımların arabalara zarar vermemesi için benzin depoları boşaltılır. Önce Ankara Demiryolu Fabrikası'na getirilen arabalara bir miktar benzin konur ve trafik ekibinden oluşan eskort eşliğinde yola çıkılır. Asıl ikmal Sıhhıye'deki benzin istasyonunda yapılacaktır ancak eskortun bundan haberi olmaması nedeniyle benzin yüklemek için durulmaz, Meclis'e doğru yola devam edilir. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel burada otomobile binecek ve Anıtkabir'e gidecektir. 
    Arabalar Meclis önüne geldiğinde durum anlaşılır aslında ve bidonlarla benzin yükleme işine girişilir. Birinci, yani bej renkli Devrim'e benzin ikmali yapılır. Tam siyah Devrim'e benzin konulacakken Cemal Gürsel arabaya biner ve hareket edilir. 100-200 metre sonra araba durur. Cemal Gürsel ne olduğunu sorar. Arabayı kullanan ve yapımında çalışan Rıfat Serdaroğlu "Benzin bitti Paşam" der. Cumhurbaşkanı'ndan diğer arabaya geçmesi rica edilir. Cemal Gürsel diğer arabaya geçerken hala kendimizi küçümsediğimiz bir konu konuşurken atıfta bulunduğumuz o meşhur sözü söyler: "Batı kafasıyla otomobil yaptınız ama Doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz". Bu sözlerde haklılık payı var elbette ama zamana karşı yarışarak ve tüm inanmamazlığa göğüs gererek, gerektiğinde otomobillerin başında yatarak evini, ailesini ihmal edercesine çalışan bu insanların küçük ihmalinin abartılması ne derece vicdanlara sığmaktadır? Hala aynı küçümsemeyle anılan bu olay, tüm özveriyi ve başarıyı arka plana atacak kadar büyük müdür? Nitekim Cemal Gürsel bej renkli Devrim'e biner, önce Anıtkabir'e ve ardından stadyumdaki bayram törenlerine gider.
    Asıl olay ertesi günü patlak verir. Tüm gazeteler Devrim'in nasıl yolda kaldığını yazmaktadır. Günlerce bu olayın üzerine gidilir. Olumlu hiçbir şey yazmaz gazeteler. Zaten çok para harcandığından, üstüne üstlük sadece 200 metre gidebildiğinden bahsedilir. Akabinde yerli otomobil projesi iptal edilir. Seri üretime geçme fikri rafa kaldırılır. Devrim arabalarının her biri bir başka Demiryolu fabrikasına yollanır. 3 tanesi hurdaya çıkar. Sadece bir tanesi, sözü geçen bej renkli Devrim Arabası günümüze gelebilmiştir. Diğerlerinin neden hurdaya çıkarıldığı, bu projenin neden iptal edildiği hala tartışılmaktadır. Amerikan marka arabaların revaçta olduğu bir dönemde yerli otomobil üretiminin sümen altı edilmesi manidardır. Bize özgü olan fazla parlayanı, yükseleni, başarılı olanı paçasından tutup aşağıya çekme güdüsünün yarattığı moral bozukluğu mudur yoksa sebep? Devrim otomobilinin yaratıcı mühendislerinin en genci olan Kemalettin Vardar bir röportajında şöyle diyor: "Daha okurken kendimize güvensizlik, eziklik şirin ipekten bir tül gibi üzerimize atılır. Altında dururuz, yırtıp üstümüzden kafamızı kaldıramayız. Bize 'Asılırsan bile İngiliz ipiyle asıl' diye öğretildi. Bu projeye başlarken, seri imalatın prototipi değil, Türkiye'de otomobil üretiminin mümkün olabileceğini gösterecek bir prototip ürettiğimizi biliyorduk".* Projenin başkanlığını yapan Emin Bozoğlu'nun oğlu Atilla Bozoğlu ise farklı düşünüyor ve yerli otomobil üretiminin engellendiğini, babasının tehditler aldığını belirtiyor. **
    

     Bugün Devrim'in çok ziyaretçisi var. Günümüze kalan tek Devrim Arabası Eskişehir'de Tülomsaş Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi A.Ş'de sergileniyor. 
    Fabrika şehir merkezine uzak değil. Toplu taşıma araçlarıyla ya da taksiyle kolayca ulaşılabilir. Tercihe göre yürüyerek bile gidilebilir. Ziyaretin mesai saatleri içinde olması gerekiyor. 
    Tülomsaş da bir zamanlar tam kapasiteyle çalışıp, çok fazla işçiye iş imkanı sağlayan ancak günümüzde küçülmek zorunda kalmış fabrikalardan biri. En azından kapanmamış deyip avunmak lazım sanırım. Bindiğim taksinin şoförü tesadüfen buradan emekliydi ve kendi zamanında 3500-4000 kişinin çalıştığından, bugün çalışan sayısının 700-800 kişiye düştüğünden bahsetti. Lojmanlarını, hastanesini gösterdi. Tülomsaş 1894 yılında kurulmuş, başlı başına bir tarih barındıran önemli bir işletme.



    Fabrikaya gittiğinizde Devrim Arabası'nı görmek istediğinizi söylemeniz yeterli.   Bir güvenlik görevlisi sizi arabaya götürüyor. Büyük bakımlı bir bahçenin içinden geçip Devrim Arabası'na ulaşıyorsunuz.




    Araba camekan içinde korunuyor. Dijital bir ekrandan arabanın tarihçesiyle ilgili bilgileri alabiliyor, eski fotoğrafları görebiliyorsunuz.



        Görevliye ziyaretçileri sorduğumda çok fazla olduğunu söyledi. Gezi turları da muhakkak uğruyormuş.



    Güzel değil mi? Bence güzel. Motoru dahil büyük çok büyük kısmı tamamen yerli imalat ve tasarımı da bize ait. Yıl 1961. Seri üretime geçilseydi neler olurdu?       Beyin jimnastiği yapmak lazım. 
    Devrim, bugün çalışır durumda. Periyodik bakımı yapılıyor.Yılda ancak 1 km. yol katediyor. Tekrar tekrar değinmek istemediğim yetersizliklerimizin, bağımlılığımızın, giderek artan üretim yoksunluğumuzun, fakat bir yandan da aslında çok şey başarabilme potansiyelindeki insanımızın, fedakar işçilerimizin ve mühendislerimizin simgesi olarak orada duruyor. 


    * Kemalettin Vardar röportajı, 25.10.2008 tarihli Hürriyet gazetesi.
      * Attila Bozoğlu röportajı, Şubat 2011, www.bizimanadolu.com

      Hamiş: Siyah-beyaz fotoğraflar www.devrimarabasi.com sitesinden alınmıştır.
      Hamiş: Tolga Örnek'in yazıp yönettiği Devrim Arabaları filmi bana göre proje mühendislerinin yaşadıklarını yansıtan güzel bir örnek. Seyretmemiş olanlara tavsiye ederim.





4 Mayıs 2014 Pazar

HIZLI ESKİŞEHİR TURU

    Geçtiğimiz hafta sonu Eskişehir'e kısa bir gezi fırsatım oldu. Malum geçtiğimiz pazartesi-salı günleri SBS sınavları yüzünden ilkokullar tatildi. Yeğenim Nisan da evde olduğu için kardeşim 1 gün izin kullandı, arkadaşları olan başka bir aileyle Eskişehir'e gitme planı yaptılar. E Nisan'a tatil olunca anneannemize de tatil tabii.       Hep beraber yollara dökülmeye karar verdiler. Onlar çoluk çocuk gezecekleri için beni de anneme arkadaş olayım diye davet ettiler. İyi oldu, hoş oldu.
    Pazar sabahı çok erken bir saatte hep beraber İstanbul'dan yola çıktık. Yaklaşık 4 saat sonra Eskişehir'deydik. Çocuklu olanlar hemen Sazova'nın içindeki Masal Park'a doğru yola koyuldular. Biz annemle Sazova'ya gitmedik. Çok güzel bir park kompleksi olduğu söyleniyor. Kardeşimin çektiği fotoğraflardan örnek vereyim, Masal Park şöyle bir şey.
İşte benim Nisan'ım...
    Grubu masallar diyarına yolcu ettikten sonra annemle biz Odunpazarı'na gitmeye karar verdik. Odunpazarı'nı Eskişehir'in merkezine uzak zannederdim ben hep. Meğer çok yakınmış. Tramvaya bindik 4-5 durak sonra indik.
    Odunpazarı 19.yy.'dan kalma rengarenk tarihi evleriyle ve müzeleriyle meşhur bir bölge. Zaman içerisinde Bizans, Selçuklu ve Osmanlı hakimiyetinin hüküm sürdüğü Odunpazarı, "Tarihi ve Kentsel Sit Alanı" konumunda. Huzurlu ve sıcacık. Rengarenk tarihi evlerin arasında gezmek çok keyifli. Gezimizin neredeyse tamamında yağımur yağdığı için iyi fotoğraflar çekemedim. Yani Odunpazarı evleri ve sokaklarını benim fotoğraflarıma göre değerlendirmek haksızlık olur:) Çok daha güzeller.


     
    Evlerin yanı sıra Osmanlı camileri, külliyeleri, türbeleri, hanları da var Odunpazarı'nda. Mesela Kurşunlu Cami ve Külliyesi. 1515-1527 yılları arasında yapılmış. Mevlevihane'sinde Lüle Taşı Müzesi olduğu için o tarafa doğru yöneldik. Şansımıza bizim orada olduğumuz saatte semazenlerin gösterisi vardı. Kalabalık bir grupla birlikte seyrettik.


    
    Evet çok kalabalıktı Odunpazarı camileri ve müzeleri. Şu güzelim gösteri sırasında -gösteri bitmeden dışarı çıkılmaması konusunda uyarı olmasına rağmen- turlarla gelen insan kalabalığı devamlı içeri girip çıkarak büyük terbiyesizlik yaptılar. Tam bir curcuna vardı. Türkiye'nin her yerinden otobüslerle gelen yerli turist kaynıyordu şehir. Özellikle de Odunpazarı. Hafta sonları durum böyleymiş. Bir daha gidersem sanırım hafta içini tercih edeceğim.
    Kurşunlu Külliyesi Mevlevihanesi'nde ufak bir de Lületaşı Müzesi var. Ülkemizde lületaşının neredeyse tamamı Eskişehir'den çıkmakta. Lületaşı yeraltında ıslak halde bulunuyormuş. Bünyesindeki nem sayesinde yumuşak olduğu için kolaylıkla işleniyor, daha sonra kurutuluyormuş. Tüm dünyada daha çok pipo yapımında kullanılıyormuş. Süs eşyaları da yapılıyor aynı zamanda. Eskişehir'den çok güzel lületaşı pipolar, takılar, biblolar satın almak mümkün. İşte Lületaşı Müzesi'nden bir örnek.


    
    Aşağıdaki fotoğrafta görülen sokak heykeli (-ki Eskişehir'de çok fazla sokak heykeli var) lületaşı çıkaran bir madenci sanırım. Madenci figürü Eskişehir'in simgelerinden biri. Hediyelik eşyalarda bol bol yer alıyor.


    
    Odunpazarı'nda gezmek istiyoruz ama feci yağmur yağıyor. Arada durduğu ya da azaldığı anda koştura koştura görmek istediğimiz yerleri ararken Atlıhan'a rastlıyoruz. Bugün hediyelik eşya satan dükkanların olduğu küçük, sevimli, tarihi bir han burası.



    Sırada Kent Belleği Müzesi ve Cam Sanatları Müzesi var. Her ikisi de bu sevimli Odunpazarı evinin içerisinde yer alıyor.


Üstü kapalı olduğu için yağmur etkilememiş, rahat rahat oturmuşum:)

    Her iki müzeye de bayıldım. İstanbul'da Pera Müzesi'nde kaçırdığım Yıldız Moran fotoğraf sergisine burada rastlamak mutlu etti beni.


    
    Cam sanatına hayran olduğum için Cam Sanatları Müzesi ayrıca beğenimi kazandı. Yerli ve yabancı birçok sanatçının şahane eserleri vardı ve ben fazlasıyla beğendim her birini.

   

    Cam eserleri de gördük, gezdik, karnımız acıktı. Yağmurun izin verdiği kadarıyla gezerken Osmanlı Şerbet Evi'ne rastladık. Hem fast food, hem ev yemekleri birçok seçenek vardı yiyecek açısından. Bir şeyler seçtik. Ama burası adı üstünde Şerbet Evi. Çeşit çeşit şerbetten şimdi adını unuttuğum birini seçtik. Güzeldi. Biz şerbetlerimizi içerken TRT için çekim de yapılıyordu aynı anda. Televizyona çıkmadık ama mekanın Facebook sayfasında varız:) Islak ve yorgun hallerimizle poz vermişiz, komik olmuş. Yok koymayacağım onu buraya:)

    Odunpazarı gezimizi Balmumu Heykeller Müzesi'nde noktaladık. Aslında ben, vaktimiz kısıtlı olduğu için bu müzeye uğramayız diye düşünüyordum. Yani burun kıvırmıştım açıkçası ama hata etmişim. Yine de dayanamadım ve girdik. Üstelik sıra bekleyerek girdik. İçeri girince de oldukça keyifli vakit geçirdik. Balmumu heykellerin hepsi Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'in elinden çıkmış. Kendisini tebrik etmek lazım. İlk heykeller Atatürk'e ve silah arkadaşlarına ait. Atatürk'ün çok sayıda heykeli var. Ata'yı manevi kızı Ülkü'yle sohbet ederken veya -Fikriye dahil- ailesiyle birlikte görünce duygulanıyor insan ister istemez.
    Müzede sanat dünyasından, spor dünyasından, siyasilerden, gazetecilerden, şair ve yazarlardan pek çok ismin balmumu heykeli var. Herkes "bu benzemiş, bu pek benzememiş" diye diye geziyor, "Aaa! Adile Naşit! Ayy! Ecevit!" şeklinde kendi sevdiği isimleri gördükçe mutlu oluyor. Aşık Veysel'le birlikte saz çalarken fotoğraf çektiren mi istersin? İlber Ortaylı'ya sarılmış poz veren mi? Yoksa Alparslan Türkeş'le birlikte bozkurt işareti yapan mı? Herkes keyifli, herkes gülüyor. Gerçekten gülümseten bir müze. Ben fotoğraf çekemedim çünkü telefonumla çektiğim için oraya gelene kadar şarjım dayanmadı. Yine önemsemeyerek bu müzede fotoğrafa  gerek olmadığını (çünkü benim için müzede illa tarih olacak) düşünmüştüm fakat olsa çekermişim yani:) Eskişehir Balmumu Heykeller Müzesi'ni hafife alarak hata ettim, kabul ediyorum.
    Ben de hiç olmazsa hatıra kalsın eski politikacılarla fotoğraf çektirdim. Müzede bazı bölümlerde ziyaretçilerin fotoğraf çekmesi yasak. O bölümler özel bir iş için ayrılmış. Burada belirlenen kişilerle, görevliler tarafından çektirdiğin fotoğraflar için ücret ödüyorsun ve böylece sağlanan gelir kız çocuklarının eğitimi ve engelli vatandaşlar için harcanıyor. Bu bölümlerde politikacılar var. Öncelikle baş köşede Atatürk var. Diğer bir tarafta Putin, Merkel, Obama gibi yabancı politikacılar var. Bir de bir dönemin politikacıları var. Benim çocukluğumun, gençlik dönemimin politikacıları. Şöyle ki:


    
    İşte böyle geçtim ortalarına, memleket meseleleri konuştuk biraz:) Erdal İnönü ve Alparslan Türkeş de olsaydı tam nostalji olacaktı benim için:)
    Bir de Atatürk'ün yanında fotoğraf çektirdim. Ata'm her zaman ve her şartta olduğu gibi yine çok yakışıklıydı ama ben berbat çıkmışım, onu eklemiyorum o yüzden:) Dediğim gibi bu iki fotoğrafın geliri muhtaç durumdaki vatandaşlarımız içindi. Güzel bir uygulama değil mi?

    Odunpazarı'nda müzeler bu kadar değil. Karikatür Müzesi var örneğin ama annem çok yorgun olduğu için giremedik. Cumhuriyet Müzesi kapalıydı. Muhakkak her gezimizde hepimiz kapalı müzelere denk geliriz. Yani bir tek bana olmuyordur herhalde. İstisnasız hangi kentimize gitsem önemli müzelerden 1-2'si mutlaka tadilatta, restorasyonda olur. Cumhuriyet Müzesi gibi Osmanlı Evi de kapalıydı.       Onu da görmek istiyordum olmadı. Biz de vakit akşamüstüne yaklaşırken otelimize dönmeye ve biraz dinlenmeye karar verdik. Sabah çok erken yola çıkmıştık ve annem de ben de gece geç uyuyanlardan olduğumuz için neredeyse hiç uykusuz Eskişehir'e gelip bir de üzerine bu kadar yer gezmiştik. Hadi ben daha idare ediyorum ama annem artık yoruluyor:) 1-2 saat dinlendikten sonra dışarı çıkıp akşam yemeği için hem maç seyredip hem yemek yiyebileceğimiz bir yer aradım. Çünkü o gün Fenerbahçe şampiyon olacaktı, muhakkak maçı seyretmem gerekiyordu. Eğer bu geziyi önceden ayarlamamış olsak ben o gün kesin Şükrü Saracoğlu'nda olurdum.Neyse efendim, yakınlarda maç seyredeceğimiz bir yer bulamadım. "Oh ne rahat çıkıyorsun öyle maç seyredeyim, yemek yiyeyim falan" diye düşünülmesin lütfen çünkü Eskişehir çok modern bir kent. Öğrenci şehri. Otelimiz de tam merkezdeydi, her taraf cıvıl cıvıldı. O güveni hissetmesem zaten maç seyredeyim havasına da giremezdim çünkü pimpirikli bir insanımdır. Maç seyredecek yer bulamayışımın nedeni tamamen sportif nedenlerden kaynaklanıyordu:) Rahatça oturabileceğimiz yerlerde Eskişehir maçı açıktı. "Fenerbahçe maçını açmıyor musunuz?" dedim. "Yok, Eskişehir maçı var" dediler:) Bu arada benim üzerimde de Fenerbahçe forması. Aslında binalarda kocaman kocaman Eskişehir Spor bayraklarının asılı olmasından anlamam gerekirdi ve Eskişehirliler'in takımlarına sahip çıktıklarını da biliyorum ama ne bileyim şampiyonuz ya bize özel bir şeyler olur sandım:) "Barlar sokağında vardır" dediler ama o kadar da değil yani:) Neticede, kaldığımız Namlı Otel'in altında kendi yerleri olan Namlı Restoran'da bir şeyler yedikten sonra odaya çıktık, televizyonu anneme bıraktım, ben bilgisayara kulaklığı taktım TRT Spor seyrettim:) Bu da böyle bir şampiyonluk anısı oldu. Bizim diğer grup yine çoluk-çocuk kafelerde, birbirlerinin odasında takılıyorlardı. Dikkat edilirse hiç muhatap olmuyoruz annem ve ben:)
    O akşam şampiyonluk sarhoşluğuyla epeyi bir internette gezinip, coşkun ve taşkın bir şekilde Facebook'ta ve Twitter'da şampiyonluk paylaşımlarında bulunup belki de birçok insani sinir ettikten sonra planladığımdan geç uyudum:) Ama sabah erkenden kalktım, Tülomsaş'a Devrim arabasını görmeye gittim. Annem biraz daha dinlenmek istedi, benimle gelmedi. "Devrim", 1961 yılında tamamen yerli kaynaklarla üretilmiş ilk otomobil. Hüzünlü, içime dokunan bir hikayesi var. Bu arabayı görmezsem olmazdı. Neredeyse başlı başına Eskişehir'e gelme nedenimdi. Hep aklımdaydı. Gördüm. Hikayesi, fotoğrafları, ziyaret saatleri ve nasıl gidileceği bir sonraki yazının konusu olacak. Benden söylemesi.


    
    Eskişehir'deki 2.günümüzü -daha doğrusu saatlerimizi- Porsuk Çayı civarında geçirdik. Çünkü biraz erken bir saatte, 13.00 gibi yola çıkacaktık. Porsuk Çayı'nda tur atmazsak olmaz dedik. Önce biraz yürüyüş yaptık. Çok hoş manzaralar yakaladık.




    
    Porsuk Çayı civarı kafelerle, restoranlarla dolu. Çok keyifli. Pırıl pırıl.


    
    Biraz da Porsuk'un içinden görelim kenti dedik ve gondola veya Esbot'a binmek istedik. Gondollar öğleden önce çalışmıyormuş. Esbot'a yöneldik. Onların da saati var galiba ama 20 kişiyi geçince kalkabilir dediler. Öyle karışık konuştular ki saate uygun mu kalktı araç yoksa 20-30 kişi toplandık diye mi hiç bilmiyorum. İyice sormakta, didiklemekte fayda var. Bize mi öyleleri denk geldi bilmiyorum ama görevliler çok naletti. Turun 30 lira olduğunu söylediler. Yani "10 kişi de binsen 30 lira, 20 kişi de binsen 30 lira. İstersen tek başına bin, yine 30 lira" dediler. "20 kişi olunca kalkarız kişi başı 1,5 lira verirsiniz" dediler. Sonra "10 kişisiniz 3'er lira" dediler. Bizden önceki grupla giden Esbot dönene kadar bekleyenler çoğaldı. 30-35 kişi olduk. Bindiğimizde yine 3'er lira topladı daha önce konuştuğumuzdan farklı bir çocuk. "E hani toplamda 30 liraydı?" dedik biz ilk gelenler. "Öğleden önce öyle, öğleden sonra kişi başı 3 lira" dedi. Saat de o sırada daha 11.00. Bir de ters ters konuşuyor. Fazla üzerinde durmamayı tercih ettik. Turlamadan gitmek de istemiyoruz. Ama çok sinir bozuculardı. Şikayet için vaktimiz yoktu o gün ama ben en iyisi şimdi belediyeye yazayım. Bir de şöyle bir şey var, şehir turist kaynarken neden gondollar ve Esbot devamlı çalışmıyor? Tok satıcı derler ya hani? İşte öyle bir havaları var.
    
   Esbot'umuz bu:)
   

    Bunlar da Porsuk'ta usul usul süzülürken çekilen fotoğraflardan biri. Arka plandaki binanın rengine dikkat! Altından geçtiğimiz köprüyle aynı renkte. Göze hoş gelen bir ayrıntı.

    Porsuk turumuzu da tamamladık. En son durağımız Haller. Otelden eşyalarımızı alıp yola koyulmadan önce, hemen karşısındaki Haller'e uğrayıp biraz dinlendik. Haller enfes bir mekan.

    1930'larda yapılmış eski yaş sebze ve meyve hali bugün hediyelik eşya dükkanlarının, kafelerin, restoranların olduğu şık bir pasaja dönüşmüş. Öğrencilerin rağbet ettiği bir mekanmış ancak pazar akşamı uğradığımızda da sakindi, pazartesi öğlen saatlerinde de. Hatta pazartesi günü birçok dükkan kapalıydı. Hafta sonu fazla turist olduğu için esnaf pazartesi günü tatil yapıyor sanırım.


    
    Haller'de hareket cuma, cumartesi günleri olmalı. Canlı müzik yapılan bir platformu var. Ayrıca bir de tiyatro salonu bulunuyormuş.

    Eskişehir için "Herhangi bir Avrupa kentinden farkı yok" diyorlar ya hani? Gerçekten doğru. Modern, tertemiz, güven veren bir görünümü var. Nasıl oldu da bu güzel şehirde 19 yaşındaki bir gencimiz polis tarafından dövülerek öldürüldü? Nasıl oldu da kafasına darbe aldığı halde devlet hastanesinin bir doktoru tarafından "Bir şeyin yok" diyerek evine yollandı? Eskişehir'e ilk adım attığımda ve sonrasında gezerken devamlı bunlar geldi aklıma. Ne yazık ki artık bu kent tüm güzelliğine rağmen bana öncelikle Ali İsmail Korkmaz'ı hatırlatıyor:(



    İşte böyle... Eskişehir'de bunları gördüm bunları yaşadım. Kısa bir gezi oldu ama güzeldi. Tekrar bir ziyaret ister. Ailecek gideriz bu sefer. Daha görülecek yerler var. Sazova, Kentpark, Havacılık Müzesi, Bilim Merkezi, Şehr-i Aşk Adası, Sabancı Uzay Evi, Arkeoloji Müzesi, Cumhuriyet Müzesi, Karikatür Müzesi, Osmanlı Evi bir başka zamana kaldı.

    Ha bir de, unutuyordum, Eskişehir'de Çiğ Börek yenir malum. Ancak biz yemedik. Annem nedense, aslında çok sevdiği halde istemedi. Kardeşim ve grubu Çiğ Börek yemek için meşhur Papağan'a gittiler ancak memnun kalmamışlar. Çok yağlı olduğunu söylediler. Annem tamamen vazgeçti bunun üzerine. Aslında muhakkak iyi yapan yerler vardır. Eskişehir Kırım Türkleri'nin yoğunlukta olduğu bir kent olduğu için Çiğ Börek yapan birçok lokanta var. Bu sefer olmadı. Çiğ Börek için de bir daha ki sefere diyorum.
   Konaklama tavsiyesi isteyenlere de Grand Namlı Otel'i önerebilirim. Tertemiz, merkezi bir konumda ve odaları oldukça geniş. Namlı markasından dolayı altındaki şarküteri-kafeterya birleşimi mekanda yenilen kahvaltısı ve sucuklu-pastırmalı pizzası çok iyi. 
    Eskişehir gezisi de Gaziantep gibi beklemediğim bir zamanda gerçekleşti. İnşallah böyle güzel sürprizler çok olur hayatımızda. Bakalım bir sonraki rotamız neresi olacak? Havalar güzelleşti, uzak yakın fark etmez, herkese bol gezmeli, bol keşfetmeli günler diliyorum.