28 Nisan 2016 Perşembe

ANNEMLE VENEDİK...

   
    Geçtiğimiz hafta sonu bambaşka bir rüya alemindeydim dostlar. (Evet bu ara biraz üst üste geldi:)) Annemin hayalini gerçekleştirmek için Venedik seyahatine çıktık. Kendisi daha önce Kıbrıs hariç hiç yurt dışına çıkmamıştı ve çok istiyordu. Üstelik benimle gezmek istiyordu. Nasıl bir seyahat olduğunu ne siz sorun ne ben söyleyeyim:) Şaka bir yana, Venedik çok çok etkileyici bir şehir. Her şeye rağmen güzel bir yolculuktu. "Her şeye rağmen" derken ne anlatmak istediğimi açayım öncelikle. 
    Ben annemin hiç de yurt dışı seyahatini sevecek biri olduğu kanaatinde değildim. 
Bir kere kendisi aşırı titizdir. "Oralarda bir çok şeyi yadırgarsın" dedim. Nitekim yadırgadı. Ayrıca kendine ne yazık ki sağlık açısından hiç özen göstermeyen ve geçmişten gelen kronik hastalıklara sahip bir insan olduğu için haddinden fazla yorulacağına emindim. Venedik demek bol bol yürüyüş demek çünkü. Nitekim yoruldu. Çok üşür. Nitekim üşüdü. Biz gidene kadar günlük güneşlik olan Venedik'te, biz gittiğimizde hava bozdu. Bu da anneme özgüdür, devamlı "ya yağarsa?" diye düşündüğü için, nereye gitse rüzgarı yağmuru çağırır. Bir sene Temmuz ayında beraberce gittiğimiz Büyükada'da dolu yağmıştı:) Daha havaalanından çıkar çıkmaz ilk sözü "Hani Avrupa temizdi?" oldu:) "Anne ben sana Venedik pek temiz değilmiş demedim mi? Ayrıca her kültürün temizlik anlayışı farklı. Gezmek görmek istiyorsan bazı şeyleri umursamayacaksın" dedim. Allah'tan benim istediğim bir yere gitmedik, Venedik onun tercihiydi:) Gece geç yatıp ertesi gün geç kalktığı için vücut ritmi de ona alışık. Gitmeden uyku düzenini de ayarlamamış, sıfır uykuyla gitti ve ilk gün uykuda gezdi resmen:) İkinci gün de öğlende uyandı. Orhun da bizimleydi, biz anne-oğul erkenden kalkıp gezdik. Hava çok güzeldi. Tabii ki annem uyanıp dışarıya tekrar çıktığımızda hava bozdu:) Kaldığımız otel 16.yy. binasıydı. Orhun ve ben buraya bayılıp hayran hayran etrafımızı incelerken, annem "burası eski ya hani, fare var mıdır?" dedi:) Venedik'te konaklama çok pahalı. Merkeze yakın ve uygun ücretli şahane bir yer bulmuştum. Biz bayıldık. Annem biraz, nasıl desem, 5 yıldızlı otel insanıdır. Kardeşim de her yeri beğenmez mesela. Ben kime çekmişim bilmiyorum:) Herhalde rahmetli babama. İşin ucunda gezip görmek varsa, her yerde lüks ortamlarda kalamayacağımıza göre en uygun yeri arar bulur ve pis olmadıktan sonra rahat etmeye çalışırım. Seyahat ederken olumsuzluklara değil, güzelliklere odaklanırım; ne öğrenirsem kar sayarım. Paylaştığım fotoğraflar elbetteki güzel, elbetteki her şey güllük gülistanlıkmış gibi görünür. Herkes özenle seçilmiş fotoğrafları paylaşır çünkü. Oysaki biz de herkes gibi ailecek gezerken bazen eşimle birbirimizi yeriz:) "Sağdan girdin soldaki sokak demiştim ben sana" diye tartışabiliriz. "Keşke benim dediğim restorana gitseydik" diye çemkirebilirim:) Çünkü o şehri yeni tanıyoruzdur, keşfetme aşamasındayızdır. Deneye yanıla gezilir. Bence en keyiflisidir bu. Her şeyi kafaya takarsan olmaz. Yani ben bizim kızlara göre daha rahat ve meraklı bir insanımdır seyahat konusunda ve bu durumdan çok memnunum. 
     Bir de bir bomba daha: annem Venedik için "Eskişehir daha güzel" dedi:))) Tamam Eskişehir güzel, bende çok seviyorum ama bunu söylemek ancak onun aklına gelirdi:) Burada Yılmaz Büyükerşen'i de tebrik etmek lazım sanırım. Eskişehir biraz Amsterdam, çokça Venedik örnek alınarak düzenlenmiş bir şehir. Demek başarılı olunmuş. Annem öyle gördü vallahi:) 
    Her şeye rağmen -stresten, anneme kızmamak için direnmekten dudağım uçuklasa da- güzel bir seyahatti. Venedik zamansız bir şehir, masal gibi bir şehir. Orhun ve ben elimizden geldiği kadar çok şey görmeye çalıştık. Fakat annem "yağmurda sıra bekleyemem" için San Marco Bazilikası'na bile giremedik düşünün. Bir gün eşimle gidip bu sefer göremediğim her yere tek tek girmem, görmem lazım. Sonrasında da söylenir herhalde diyordum ama annem beni şaşırttı, bu akşam "ne çabuk geçti, rüya gibiydi, yine Venedik'i istiyorum" dedi:) Ben de "E yarısında uyuduğun için tekrar istemen normal" dedim:) Zaten 2 gece 3 gün kaldığımız için yorgun ve uykusuz olması hiç iyi olmadı. 
    Artık nasıl dolmuşsam yazdım da yazdım:) Yine de hakkını yemeyeyim anneciğimin, zor insandır ama başımın tacıdır. Bir sonraki yazı Venedik'in turistik yönüyle alakalı bir seyahat yazısı olacak. Orada bu konulara girmem yani:) 
    Ben buralarda değilken bunlar oldu. Bugün birkaç gündür okuyamadığım blogları okudum. Saatler sürdü. Herkes bol bol yazmış ne güzel. Kimilerine yorum bıraktım, kimilerine bırakamadım ama okudum. Mecburiyetten ara versem de tekrar bu aleme girdiğimde herkesi teker teker okuyorum. Okumazsam içim rahat etmiyor. Yorum bırakmamış olsam da okuduğumu bilin yani:) 
    Bir sonraki yazıda muhteşem Venedik fotoğraflarıyla görüşmek üzere...





22 Nisan 2016 Cuma

HAFTA SONUNDA ANTALYA...

    Birkaç senedir her evlilik yıldönümümüzde farklı bir şehre seyahat etmeyi, yani gezerek kutlamayı adet edindik. Uzuuun yıllardır beraberiz, çocuğu da büyüttük, artık rahat rahat gezelim görelim modu:) Evlilik yıldönümünü bahane yapıyoruz işte. Bir de Nisan ayına denk geldiği için, yorucu kış mevsiminden çıkıp kısa bir bahar tatili yapmak iyi oluyor. Daha önce görmediğimiz yerleri görüyoruz. Önceki yıllarda Gaziantep ve Denizli'ye gitmiştik mesela. Antep'e gitmek için başka fırsat olmaz belki diye Orhun'u da götürmüştük. Yoksa genelde satıyoruz kendisini:) Bu sene Antalya'yı tercih ettik. Daha önce civar bölgelerinde yaz tatili için kalmışlığımız çoktu ama merkezini gezme fırsatımız olmamıştı hiç. Tarihi Kaleiçi'nde konakladık, Düden Şelalesi'ne gittik, daha önce göremediğim ancak çok istediğim Antalya Müzesi'ni gezdik. Güzeldi. Hava da mis gibiydi.

    Şimdi gelelim turistik ayrıntılara:
    Efendim Antalya'ya birçok havayolunun çok fazla uçuşu var. Kampanya zamanına denk getirip uygun fiyatlarlarla sadece 45 dakikada Antalya'da olabilirsiniz. Biz THY'nin sabah 8.30 civarındaki uçağına bindik. A330'la uçtuk. Yani büyük uçakla. Çünkü Antalya yolcusu hakikaten çok fazla. Turistik amaçla gidenler, öğrenciler, fuarlara katılanlar, iş yapanlar... Antalya'ya gitme nedeni çok fazla yani.
    Havalanı çıkışında hemen belediye otobüslerine yöneldik. Herkes öyle yapıyordu çünkü. Sorup soruştururken Havataş görevlisi bile "isterseniz belediye otobüsüne binin" dedi. Kaleiçi için en uygunu buymuş. Belli sayıda kullanımları olan Antalya Kart otobüs şoförlerinden satın alınabiliyor. 

    Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Kaleiçi'ne en yakın durakta inip biraz yürüdük. Önce şehrin kurucusu II.Attalos'a selam çaktık. 

    Geçen sene Pamukkale Hierapolis'te ağabeyi II.Eumenes ile müşerref olmuştuk. 
O da Hierapolis'in kurucusuydu. Attalos ağabeyini o kadar çok severmiş ki "kardeşini seven" lakabıyla anılırmış. 

    Antalya'nın eski şehir merkezi olan Kaleiçi tahmin edeceğiniz gibi zamanında (M.Ö 2.yydan itibaren) surlarla çevriliymiş. Evliya Çelebi bu surların 4400 m. uzunluğa ve 80 kuleye sahip olduğunu belirtmiş. Kaleiçi mevkiinde Roma İmparatorluğu'ndan tutun, Selçuklular'a, Osmanlı İmparatorluğu'na kadar topraklarımızda hüküm sürmüş uygarlıkların yapılarını bir arada görmek mümkün. Müthiş bir zenginlik. 
     
   

Yivli Minare. 13.yy Selçuklu 

    Otelimize eşyaları bıraktıktan sonra önce Kaleiçi'nde biraz turladık. Ardından restore edilmiş tarihi evleriyle, hoş kafeleriyle, seyir terasıyla dikkat çeken Hıdırlık Sokak'a tırmandık. Tarihi dokunun içerisindeki zaman yolculuğundan sonra bu kez tepeden aşağı bakarak coğrafi zenginliğimizin haşmeti karşısında şapka çıkardık.


  
 
  
    Hava sıcak, ayağımızın tozuyla epeyi yürüdük, haliyle mideler kazınmaya başladı. Yine aynı şirin sokakta yer alan ve Foursquare, Tripadvisor gibi sitelerde bol yıldıza ve övgüye sahip olan Çay Tea's Lunchroom'u bulduk. Çok sevdiğim gezgin dostum 
Aslı Bora'nın da şiddetle tavsiye ettiği bir yer olması dolayısıyla öğle yemeği için başka yer aramadık.



    Ve gördük ki Çay Tea's Lunchroom bütün övgüleri hak ediyor. Eski bir Antalya evi burası. Her bir köşesi ayrı özenle, ince bir zevkle düzenlenmiş. Her odanın ayrı bir konsepti var. Avlusu, kapı önü, salonu, her yeri nostalji kokan eski eşyalarla dekore edilmiş. Bu eşyaları satın almak da mümkün. 



    Çalışanlar çok tatlı. Daha biz kapının önünde aradığımız yerden emin olmak için duraklamışken, "isterseniz içeriyi gezebilirsiniz" dediler. "Yok" dedik, "Biz oturacağız" :) Hakikaten müze gibi bir kafe burası. Üstelik yiyecek, içecek konusunda da çok başarılı. Fotoğraflar yetersiz kalıyor, yolu düşenlere kesinlikle tavsiye ediyorum.



    Biz 5 Çay'ı Odası'nı seçtik oturmak için. İngiliz tarzında döşenmiş olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Çok şirindi çok.




Bir başka oda
    Bu güzel mekanda karnımızı doyurup enerji depoladıktan sonra "haydi" dedim eşime, "Düden Şelalesi'ne gidelim". Biraz da yeşile doyalım ama değil mi? 
    Sorduk soruşturduk, otobüslerin Doğu Otogarı denen civardan geçtiğini öğrendik. Yürüyerek ulaştık o bölgeye ama sorduğumuz kişiler "şuradan geçiyor, buradan geçiyor" dedikçe ve biz sağa sola savruldukça gereksiz yere vakit kaybettiğimizi düşünüp taksi durağına yöneldik. Düden Şelalesi için tarife 30 lira idi. "25 olur mu?" dedim. Normalde kesinlikle pazarlık yapamam, yapamadığım için yeltenmem bile. Amca da "olsun" dedi:) Zaten orada oturuyormuş, araba onunmuş. Yolculuk boyunca yayladaki evinden, şehirdeki evinden, yiyeceklerini doğal yollarla kendilerinin yetiştirdiklerinden bahsetti bol bol. Tok satıcıya denk geldik:) "Paranız varsa arsa alın" falan dedi de "o kadar yok" dedik:) Zevkli bir yolculukla şelaleye ulaştık vesselam.

    Düden Şelalesi'ne giriş ücretli. 3 lira. Bu bahsettiğim yer, doğduğu yer. Bir de Lara'da Akdeniz'e döküldüğü yer var. Orası bir şehir parkı şeklinde düzenlenmiş. 
    Epeyi bir vakit geçirdik burada. Bol bol yürüdük, gürül gürül akan suları seyrettik, yorulunca oturup dinlendik milleti seyrettik, bir sürü fotoğraf çektik, ilk kez aldığım selfie çubuğumuzu denedik:) 





    Yine Evliya Çelebi'nin dediğine göre vakti zamanında şehirdeki 200 çeşmeye Düden Şelalesi kaynaklık etmekteymiş.



      Şelaleden şehre dönüşü bu kez otobüsle yaptık. Çünkü bu kez kolaydı ve Antalya Kartı'mız vardı:) Otobüs durağı çıkışın hemen karşısında ve sık sık araç var.

     Kaleiçi'ne gittiğimizde yat limanına ve eski şehre bir de akşamüstü ışığında bakalım dedik. Seyir teraslarında geze geze oyalandık. 



    Seyir teraslarına çıkan asansör. Alt kısmında Sunay Akın'ın Oyuncak Müzesi var. Burası için vakit ayıramadık. Bir başka sefere artık.

    Akşam yemeği için şehrin meşhur restoranı 7 Mehmet'i tercih ettik. Merkezin biraz dışında, bahçe içinde, bir kısmı deniz manzaralı, ferah ve şık bir mekan. Şehre gelen yerli turistlerin tercih ettiği bir restoran. Sanatçıları, medya ve spor dünyasının ünlü isimlerini de görmek mümkün burada. Fakat pahalı bir yer olduğu sanılmasın, fiyatlar gayet makul.
    Yemekten sonra yine Kaleiçi'nde havanın güzel oluşundan faydalanıp dışarıya masa atmış cafe-barların bulunduğu sokaklarda sohbete oturduk. Keyifli, bol kahkahalı bir ortam vardı cumartesi gecesi Kaleiçi'nde. Herhangi bir Avrupa şehrinin Old Town denen bölgesinden hiçbir farkı yoktu. Çoğunluğu yerli turist, Antalya'nın yerlileri ve öğrenciler oluşturuyordu. Yabancı turist ne yazık ki çok çok azdı. Esnafın da başlıca sohbet konusu bu. Önümüzdeki yazdan haklı olarak çok endişeliler. Bilemiyorum turizm açısından bu yaz nasıl geçecek bizim için. Pek parlak görünmüyor. İnanın geçenlerde Tophane civarında ve bu kez Antalya'da gördüğüm tek tük turisti sarılıp öpesim geldi. Bu devirde biz bile gezmeye korkarken; korkmadan, gaza gelmeden ülkemizi tercih etmeleri takdire şayan. Neyse, bu derin bir mevzu.
Gece Hadrian Kapısı... M.S 2.yy


    Ertesi gün kahvaltıdan sonra Antalya Müzesi'ne doğru yola koyulduk. Dediğim gibi ziyaret etmeyi çok istiyordum. Türkiye'nin en önemli müzelerinden biri.
    Müze Konyaaltı'nda. Konyaaltı çok temiz, şık bir bölge. Merkezden Konyaaltı'na giderken evler, mağazalar şekil değiştirmeye başlıyor. 



   Biz taksiyle ulaştık müzeye ancak tabii ki buradan geçen otobüsler olduğu gibi tramvaya binmek de mümkün. Tramvayın son durağı müzenin hemen karşısı. 
Öyle olduğunu bilseydik aslında bu şekilde gelmeyi tercih ederdim.




    Gelelim Antalya Müzesi'ne. 



    Bir kere bu müzede düzenleme çok iyi. Civar ilçelerden, antik kentlerden bulunan eserler, insanın ortaya çıktığı ilk zamandan bugüne kadar olan kültürel gelişimi akıllarda kolayca yer edecek şekilde kronolojik olarak sergilenmekte. 



    Fakat müzenin asıl numarası 2.yy'a ait Roma heykelleri... Muazzam... Hepsi muazzam. İmparator Hadrian, Caracalla, Trajan bütün haşmetleriyle bu müzedeler.


Desen çalışan öğrenciler

       Zeus, Apollon, Athena, Dyonisos ve nice mitolojik tanrı da bu müzede.

    Diğer yarısının yıllar sonra Amerika'dan getirilmesiyle muhteşem tamamlığına kavuşmuş Yorgun Herakles de burada. 




   Ben Antalya Müzesi'nde mutlu, ben Antalya Müzesi'nde huzurlu:)


         Perge Salonu, Lahitler Salonu, Mozaik Salonu, Etnografya Salonları... 
Her biri ayrı güzel.



    Antalya Müzesi, bu toprakların kıymetini tekrar tekrar hatırlatan müzelerden biri. 


    
    Müzeden ayrılmak zor. Ancak bizim hafta sonu kaçamağımız sona ermek üzere. Dönüş uçağımız 18.20'de. Antalya'daki son birkaç saati nerede geçirelim diye düşünürken Konyaaltı'nda kalmaya karar veriyoruz. Müzenin hemen karşısına geçip, Konyaaltı Plajı manzaralı bir restorana oturuyoruz. Bu sıradaki restoranlar çok keyifli. İsteyen sadece çayını kahvesini içiyor, isteyen güzel bir balık ziyafeti çekiyor.


Yiyeceğimize ortak olmak isteyen misafir
   
Kaç ülkede var böyle bir plaj?


     Denize giren o kadar çoktu ki. İmrendim. Antalya'da yaşayanlara deniz sezonu açılmış:(

     Kısa Antalya maceramız böyleydi. Antalya bize iyi geldi. Şehirde 23 Nisan'da başlayacak Çiçek ve Çocuk temalı Expo 2016 ve TRT'nin 23 Nisan şenliği için belirgin bir coşku vardı. Expo 2016, basından takip ettiğim kadarıyla çok önemli bir uluslararası organizasyon. Kasım ayına kadar sürecekmiş. Yolu düşenler gezmeli derim. 
    Kısıtlı bir zaman dilimine çok şey sığdırmamıza rağmen daha onlarca görülecek, gezilecek, yapılacak şey var Antalya'da. Yaz tatilinde denizinden, güneşinden faydalanmak bir yana; böylesi bahar aylarında şehrin tadını çıkarmak ayrı keyifli. Bizi çok iyi ağırladılar, umarım Antalya halkı için yaz ayları bereketli geçer.












20 Nisan 2016 Çarşamba

İŞLER, GÜÇLER, BİR TAKIM UĞRAŞLAR...

    Bu aralar pek bir hamaratım, pek güzel şeyler yaptım. Paylaşmadan duramayacağım:) 
    19 Nisan, tatlı yeğenimin doğum günüydü. Onun için şeker hamuru kullanarak pasta yapmayı denedim. Son derece amatörce olmasına rağmen sonuç iyiydi bence:) 

    Şeker hamuru kaplamayla ilgili ya da gül yapmakla ilgili video falan seyretmiş değilim. Akılda kalanlarla, tahminlerle, tamamen doğaçlama. Alet edevat da yok. 
O yüzden harfler pek düzgün değil. Aslında sabretsem onları da düzgün yapardım ama normalde sabırsız bir insanım, ancak bu kadarına tahammül edebildim:) Bakalım, aklıma eserse farklı pastalar da deneyebilirim. Şeker hamurları kaldı elimde çünkü:)

    Bugünlerdeki bir diğer uğraşım da kanaviçe. Havalı ve modern ismiyle söyleyecek olursak "çarpı işi", İngilizcesini kullanmak istersek "cross stitch" :) Aslında epeydir kanaviçe yapıyorum. Baktım yaptıkça yapasım geliyor ve yaptıklarımı paylaştığımda sorup satın almak isteyenler oluyor, ben de Instagram'da ürünlerimle ilgili bir hesap açtım. Keyfimi ticarete döktüm diyebilirim yani. Şöyle şeyler var mesela.


    Bunlar sadece bir kısmı. Çerçevelenmeyi bekleyenler de var, yavaş yavaş ekleyeceğim hepsini. Pano yapmayı daha çok seviyorum ama kitap ayraçları da tasarladım. Bir de şöyle kolyeler yaptım ve yapmaya devam ediyorum:)
     Kanaviçe işlemek çok zevkli bir uğraş. Artık çok modern şeyler de yapılabiliyor. 
     Eğer cicilerimi görmek isterseniz Instagram hesabım pembexmavi. "Beni bozmaz, bir hobi sayfasını da takip edebilirim" derseniz ve hesabımı takibe alırsanız mutlu olurum:) Bu tip bir sayfayı takibi tercih etmeyenler olabiliyor çünkü. O yüzden ısrar yok. Ama yani takipçi sayım biraz artsın yahu! Aman beni tanısınlar diye sağa sola saldıran biri değilim, buradan duyuruyorum işte. Bloglar ne için var?:)
    İşte böyle... Hobi sahibi olmak iyidir, güzeldir. Benim için kesinlikle vazgeçilmezdir. Yazıyı okuyanların fikirlerini merakla bekleyeceğim.






    
    
     




   

19 Nisan 2016 Salı

KARAKARGA DERGİ... TAVSİYE YAZISIDIR...



    Karakarga Dergi'yi duydunuz mu? Bu ay çıktı piyasaya. D&R mağazasında her seferinde muhakkak incelediğim dergi standında gördüm ve tereddütsüz satın aldım. Zira yazarları, çizerleri muhteşemdi. Mesela Hakan Günday vardı. Hakan Günday'ın her yazdığını okurum arkadaş! Aylin Aslım, Murat Menteş, Ece Temelkuran, Hasan Ali Toptaş, Kanat Atkaya vardı. Şu anda ilk aklıma gelen isimler bunlar ancak çok daha fazlası var dergide. Ayrıca Sabahattin Ali, Nazım Hikmet gibi bugün aramızda olmayan ustalar da var. Onlarla yapılan röportajlar var. Hatta Bruce Lee röportajı bile var. Konular çok çeşitli. Benim yaşımdakileri geçmişe götürüp duygulandıracak nostalji kokan makaleler, hikayeler de var; gençlerin severek okuyacağı yazılar da... Gündemin ağırlığının etkisinde güncel yazılar da var, eğlenceli hikayeler de... Ve çizgi roman var, çizgi hikayeler var, çizgi karakterler var. Klasik olacak belki ama söylemek isterim ki Gırgır ve Fırt dergisiyle, Tommiks'le, Zagor'la, Mandrake'yle büyüdüm ben. Bu yüzden kaliteli çizgi romanlar, kaliteli mizah dergileri başımın tacıdır. Karakarga Dergi bu anlamda da ruhumu doyurdu. 
    Dergiyle aynı adı taşıyan taze yayınevi, kitap okumayı sevenler için çizgi romanlar yayınlamak amacıyla kurulmuş. Dergi haricinde "Büyüklere Masallar", "Ghost World", "Epileptik", "Çünkü Bir Anlamı Vardır" gibi yayınlar piyasaya çıkmış bile. Henüz almadım ama mutlaka alacağım, Karakarga yayınlarını muhakkak takip edeceğim. 
    Çizgi sevenlerin çok iyi tanıdığı Kutlukhan Perker kurmuş Karakarga'yı. Dergide de onun imzası var. Okumaya başlayınca elimden bırakamadım. Kutlukhan Bey'e ve dergi ekibine tebriklerimi bildiren bir e-posta bile yolladım:) Umarım yayın hayatları çok çok uzun olur. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Okumayı seviyorsanız, çizgi romanları seviyorsanız hem göze, hem ruha, hem akla hitap eden bu dergiye bayılacaksınız bence.


   Not: Fotoğraf çekmek için dergiye uygun masa bulmuş olmam takdiri hak etmiyor mu?:) 
Ah sosyal medya sen nelere kadirsin:)


















12 Nisan 2016 Salı

KİME GÖRE NEYE GÖRE...

Görsel:Meltem Yaşar - pigmelerle.dans 
    Fotoğraftaki Namibyalı kadının ayağındaki bileklik, Himba kabilesinde edebe uygun giyinenlerin taktığı bir aksesuarmış. Halbuki göğüsleri, vücudu açıkta. Bu bileklik "örtünme" amaçlı kullanılıyor yani. İnsanı bin bir türlü düşünceye sevk eden bir fotoğraf bu. Tabii düşünme yetisine sahipse. Bize göre çok ters olan bir durum, farklı kültürler için gayet doğal olabiliyor işte. Onlara ters gelen şeylerin bize normal gelmesi gibi. Kimseyi durduk yere yargılamasak, kendi doğrularımızı dayatmasak, dış görünümünü eleştirmesek, inançlarına karışmasak... O kadar boş ki tüm bunlar. Fazlasıyla beğendim ben bu fotoğrafı. Üzerine çok daha farklı şeyler söylenebilir, tartışılabilir aslında. Kısaca ben, dünyanın büyüklüğünü, insanın biricikliğini derinden hissettiğimi belirtmek istedim.
    Fotoğraf Instagram'da ilgiyle takip ettiğim Meltem Yaşar'a ait. 11 yıl önce işi gücü bırakıp Uganda'ya yerleşmiş. Buradan gidenler için safariler düzenliyor. Çocukları çok seviyor, kalan zamanlarını yetimhanelerde geçiriyor. Ne kadar inanılmaz geliyor değil mi? Ama yapmış işte. Bir önceki postta Thomas Frederick'i anlatmış ve "Ne hayatlar var" demiştim ya, bu da öyle farklı bir hayat hikayesi. Gördüğü, yaşadığı her şeyi Instagram'da "pigmelerle.dans" hesabında paylaşıyor Meltem Hanım. Ben de onun çektiği ve paylaştığı fotoğraflar üzerine böyle düşünüyorum. Belki bir gün yanına, safariye gider miyim diye hayal kurmuyor da değilim:) Kendisinin Uganda'ya yerleşme kararını nasıl aldığı ve orada neler yaşadığı ile ilgili bir kitap hazırlığı da var. 
Bu kitabı da merakla bekliyorum. 







    





7 Nisan 2016 Perşembe

SİYAH RUS / FREDERİCK THOMAS VE İSTANBUL

   

    2015 biterken yıl içinde okuduğum kitapların bir listesini yapmış ve Siyah Rus isimli biyografiden ayrıca bahsedeceğimi belirtmiştim. Gün bugünmüş.
    Siyah Rus, geçtiğimiz yıl kitap fuarında İş Bankası Yayınları standında ismiyle dikkatimi çekmişti. İncelemeye aldım. Daha önce dikkat etmediğime şaşırmıştım, meğer ilk baskısını tutuyormuşum elimde. Kitap fuarı sırasında taze çıkmış yani. Özellikle biyografileri çok sevdiğim için fazla düşünmeden satın aldım.
    Kitabın öznesi olan Frederick Bruce Thomas'ın hayat hikayesi oldukça etkileyici ve bizim eğlence tarihimizle de fena halde ilintili. Frederick'in Amerika'da başlayan, Rusya'da devam eden ve İstanbul'da son bulan çalkantılı yaşamını yazar Vladimir Alexandrov kaleme almış. Sürükleyici, dönemsel bilgilerle zenginleştirilmiş, biraz roman biraz belgesel tadında özenli bir biyografi çalışması.
    Frederick'in yaşamını okurken "Vay be! Ne hayatlar, ne hikayeler var!" diye düşünmemek elde değil. 1872 yılında Missisipi'de köle olan anne ve babadan doğumuyla başlıyor her şey. İç Savaş'ın bitimiyle kölelik son buluyor fakat o sırada sahtekar bir beyaza kaptırdıkları çiftliklerini geri alma mücadelesiyle geçiyor ömürleri. Aile çiftliği kaptırdıktan sonra pansiyon işletmeye başlıyor. Frederick'in hizmet sektöründe ileride kazanacağı başarıların kaynağını sanırım aile pansiyonunda aramak lazım. 18 yaşında kendi yolunu çizmek için Chicago, New York gibi büyük şehirlere adım atıyor. Garson olarak çok iyi mekanlarda çalışıyor. Fakat aklında müzisyenlik var. Bu istekle Londra'ya geçiyor. Ne yazık ki konservatuvar ücretini ödeyemediği için, müzik eğitimi isteği sonuca ulaşamadan bitiveriyor. Avrupa'nın bir çok kentinde çalışıyor. Bazen restoranlarda, bazen özel uşak olarak zenginlerin yanında. O yüzden yol yordamı iyi biliyor.
    1900'lerin başında Rusya'ya gidiyor. Siyahların dışlanması gibi bir durum yok Rusya'da. Fakat ortam karışık. Çarlığın son yılları. Rusya siyasi anlamda içten içe kaynarken Frederick eğlence sektöründe adım adım başarı basamaklarını tırmanarak Moskova'da bu işin neredeyse 1 numarası oluyor. İşini çok iyi bilmesi, farklı fikirler üretebilmesi, zamana göre davranabilmesi, faydalı dostluklar kurma yeteneğine sahip olması, kimi zaman çıkarı uğruna bazı gerçekleri örtbas etmesi, mesleki anlamda başarılı olmasında en önemli etkenler. 
    Moskovo'da açık hava eğlence mekanı olan Aquarium ve Tiyatro Maxim'i açıyor. 
Bu mekanlarda hafif varyeteler, danslar sergileniyor. Ailelerin evlerine döndüğü geç saatlerden sonra sabahlara kadar zevk düşkünlerine yönelik eğlenceler alıyor sırayı. Çok para kazanıyor Frederick. Ve bu sırada Rus vatandaşlığına geçiyor. 2 Alman karısı, 5 çocuğu oluyor.
    Gel gör ki tüm bu saltanat 1917 yılındaki Ekim Devrimi ile son buluyor. Tüm mal varlığına el konuluyor. Hayatı da tehlikeye girdiği için önce Odessa'ya, ardından İstanbul'a kaçıyor ailesinin bir kısmıyla birlikte. Bu aşamada Rusya'da olan biten siyasi karışıklıkların, Ekim Devrimi'nin, 1.Dünya Savaşı'nın, hatta İstanbul'un işgalden kurtuluşunun kitapta çok iyi anlatıldığını belirtmeliyim. Hani tarih okumayı sevmez ya bazılarımız, işte bu tip kitaplar bence tarihi sıkılmadan öğrenmek için çok önemli.
    Yazar Vladimir Alexander, Frederick'in İstanbul günlerinin başlangıcı için şöyle söylüyor:
    "Tarih Frederick'i üzücü bir biçimde Rusya'dan koparmıştı; ama onun için seçmiş olduğu sürgün yeri, bu dönemde dünyada eşi benzeri olmayan bir yerdi. Ona olağanüstü bir ikinci şans verilmişti". Sevdim bu yazarı:) 
    İstanbul'daki yılları iniş çıkışlarla dolu. Başarı da var, başarısızlık da... Önce 1919'da (yani işgal yıllarında) 2 ortakla birlikte Şişli tarafında bahçeli bir eğlence yeri açıyor. Kulüp Stella. Moskova'daki kadar absürt bir eğlence tarzı yok tabii burada. Ayrıca işgal yılları, İstanbul pahalı. Çok borçlanıyor Frederick. Fakat dediğim gibi bata çıka ilerliyor. Pera'da Royal Dancing'i açıyor, ülkeye ilk kez caz müziğini getiren isim oluyor. Yazar burada Mustafa Kemal Atatürk'e de saygılı bir parantez açmış, başarılı bir komutan ve modern Türkiye'nin kurucusu olarak övmüş; Cumhuriyet'ten sonra dans salonlarının artan popülaritesinden bahsetmiş.
    Bolşevik Devrimi'nden sonra İstanbul'a kaçmak zorunda olan bir çok soylu kadının eğlence mekanlarında, restoranlarda çalışmak zorunda kaldığını, Pera'nın tarihinde önemli bir yer tuttuklarını biliyoruz. Bu kadınları fazlasıyla kolluyor Frederick. Rusya'daki şaşaalı yıllarda hizmet ettiği soylular, bu kez kaderin garip bir cilvesi olarak ona hizmet ediyorlar. Adamımız bu kişilere elinden geldiğince yardım ediyor, koruyor, kolluyor. Hatta zor durumdaki Ruslar'a destek için özel geceler tertipliyor.
    İstanbul'daki son imzası Maksim oluyor Frederick'in. Evet, bizlerin daha çok Gazinocular Kralı olarak anılan Fahrettin Aslan ismiyle özdeşleştirdiğimiz Maksim! Hayatının son yıllarında yemek, caz, dans ve Amerikan bardan oluşan eğlence tarzıyla bilinen bu mekanı işleten Frederick, ne yazık ki  rekabet ortamının ve tantanalı yaşamının da etkisiyle gittikçe borçlanıyor ve hapse düşüyor. Maksim elinden çıkıyor. Hapishanede yakalandığı zatürre hastalığından kurtulamayarak 1928 yılı Temmuz ayında vefat ediyor. Ölümünün ardından New York Times'ta çıkan bir haberde kendisinden "Konstantinopolis'in Caz Sultanı" olarak bahsediliyor. Ne ilginç bir hayat hikayesi değil mi? Düşünün, İstanbul'daki mekanlarından hem Osmanlı sosyetesi, hem işgal kuvvetleri askerleri, hem Cumhuriyet'in ilk yıllarını yaşayan İstanbul halkı geçmiş. Frederick, hem Rusya'nın hem bizim yakın tarihimize içeriden tanıklık etmiş. 
    Şişli'deki Latin Katolik mezarlığında yatıyor bugün. Ancak ailesi günün şartlarında mezar taşı temin edemediği için mezarının yeri belirsiz. Aile hali hazırda Fransa'da yaşamakta. Frederick son zamanlarında tekrar Amerikan vatandaşlığına dönebilmek için çok çabalamış. Ancak konsoloslukta özellikle ondan hoşlanmayan bir görevli tarafından devamlı engellenmiş. Ölümünden sonra bu hak çocuklarına verilmiş.
    Maksim Gazinosu ise bir süre atıl kaldıktan sonra Fahrettin Aslan tarafından 1961 yılında yeniden açılıyor ve Zeki Müren, Bülent Ersoy, Emel Sayın, Ajda Pekkan gibi assolist olarak bildiğimiz her isim burada sahne alıyor. Televizyon ön plana çıkıp gazinoların devri kapanana kadar İstanbul dinleyicisinin kulaklarını pasını siliyor, yeniden parlak günler yaşıyor Maksim. Fakat bugün Maksim yok, arka bitişiğindeki İstanbul'un ilk sineması olan Majik yok. Tek tek yazmak uzun sürer, bir zamanlar Taksim civarındaki kültür, sanat ve eğlencenin simgesi olmuş pek çok bina bugün tartışmaların odak noktasında akıbetini beklemekte. 
    Çok şey anlattım, çok uzun yazdım belki ama kitapta bundan kat kat fazlası var. Merak edenlere kesinlikle tavsiye ederim. Son sözü yazar Alexandrov'a bırakmak istiyorum:
   
    "... Frederick'in birçok müşterisi açısından, mekan sahibi olarak onu çekici kılan şey, gece kulübünde her türlü ayrıntıyı düşünerek oluşturduğu neşeli ortamdan kişisel ama etrafa da yayılan keyifti. Birkaç yıl onun yanında çalışmış olan Sergey Krotkov adlı Rus göçmen bir müzisyen, Frederick'in nasıl birdenbire dört dörtlük bir cümbüş yapmaya karar verdiğini hatırlıyordu. Alametifarikası haline gelen silindir şapkasını giyiyor ve Maksim çalışanlarından -garsonlar, bulaşıkçılar, müzisyenler, aşçılar, oyuncular- oluşan bir kafilenin başına geçip, orkestranın davul ve simballerinin tangırtısı eşliğinde, Taksim Meydanı'ndan yola düzülerek Pera'nın ana caddelerinden birinden aşağıya iniyordu. Karşılarına çıkan her barda duruyorlar, Frederick herkese birer kadeh içki ısmarlıyordu".







    
    

3 Nisan 2016 Pazar

BUGÜNLERDE...

   
    Koskoca bir YGS atlattık biz:) Yani Yükseköğretime Geçiş Sınavı. Asla hırslı bir anne, hırslı bir baba olmadık ve güya sınavları fazla kafaya takmıyoruz ama üniversite sınavının stresi bir başka oluyormuş. Heyecanlanmadım desem yalan olur. Orhun'un sınav sonucu ne kötü ne de çok iyi. Sıralaması daha iyi olabilirdi ama planlarını uygulamak yolunda yeterli şu an için. Hiç olmazsa LYS'ye daha dikkat etmesi gerektiğini anladı. Meslek ve okul seçimi konusunda baskımız yok. Yıllardır istediği bir alan var ve bence bu konuda kararlı olması çok iyi bir şey. Ne yazık ki sınav sonucuna ve o andaki ruh haline göre okul ve meslek tercih edecek çok genç var çevremizde. Kararlı olmak, hevesli olmak ve sevdiğin işi yapmak o kadar önemli ki. 
    Geçen gün Orhun'la şöyle bir konuşma geçti aramızda:

   - Oğlum, ben sana üniversitede şu bölümü tercih et desem, baskı yapsam ne derdin?
   - Olmaz derdim. 
   - İşte benim oğlum! Senin böyle kararlı olman çok hoşuma gidiyor. Aferin annem!
   - ??? Ne demek istiyorsun anlamadım ki? Ters psikoloji mi yapıyorsun?

   :))) Ters psikoloji yaptığım falan yok tabii ki:) Hakikaten mesleği konusunda sadece bizim lafımızla hareket etseydi hayalkırıklığı yaşardım. Bir de şöyle bir durum var ki Orhun bana çok düşkündür, ona göre ben ne diyorsam doğrudur. Açıkçası anne kuzusu olacak, kendi yolunu çizmek konusunda zorlanacak diye korkuyordum. Fakat şimdi kendi kanatlarıyla uçmaya çok hevesli olduğunu görüyorum ve gururlanıyorum. Ben bu aşamada biraz zorlanacağım ama herkesin bireysel olarak kendini gerçekleştirmesi gerektiğinin bilincindeyim ve her zaman ona destek olacağımızı bilerek yolunu çizmesi için elimden geleni yapacağım. 
    Velhasılıkelam, üniversite sınavına giden yol ve arkasından neler geleceğinin düşüncesi pek stresli. Çocuğu küçük yaşta olanlar, bu senelerin kıymetini bilin, tadını çıkarın. Hakikaten bizden önce bu durumları yaşayanların da belirttiği gibi çocuğun büyüdükçe endişe de büyüyor. Allah hepsine huzurlu, sağlıklı ömürler göstersin.
    Stres stres dedik, sınav biter bitmez kafa dağıtmak için Bodrum'da yaşayan kuzenimde aldık soluğu. Küçümencik kızı Parem'le mutlu mesut birkaç gün geçirdik ki kendisi anne tarafından ailemizin en küçüğüdür ve uzakta olduğu için çok özlenir. 
Hava da güzeldi şansımıza, Ege güneşinin tadını çıkardık. Kuş gibi uçuverdi 3-4 gün. Şimdi gelsin LYS stresi:) 

    Bunlar dışında nasılım? Herkes gibi sokağa çıkarken tedirginim. Aylardır terör korkusu yüzünden İstanbul içinde doğru dürüst gezdiğimiz yok. İsteyip de katılamadığım etkinlikler de cabası. Çoğu kimse aynen benim gibi düşünüyor ama havaların iyice ısındığı şu günlerde eve tıkılmak imkansız olduğu için sokaklar hareketlenmeye başladı yine. Artık biraz huzur bulalım ama ya! Gerçi dün akşam yine -dile kolay- 8 şehidimizin olduğu haberini duymuşken huzurun yakın olduğunu düşünmek fazla iyimser bir hareket oluyor. Bilemiyorum. Ne diyeceğimi ne yapacağımı şaşırmış haldeyim. Bugünlerde böyleyim işte!