28 Kasım 2016 Pazartesi

Arçelik Geri Dönüşümü Sanat ile Buluşturuyor!



   “Dünyaya Saygılı, Dünyada Saygın” vizyonuna sahip Arçelik geri dönüşüm  konusunda farkındalık sağlamak amacıyla geçtiğimiz günlerde çok özel bir sergiyi hayata geçirdi ve geri dönüşümü sanat ile buluşturdu. Bu sergi ile Arçelik’in geri dönüşüm tesislerinden elde edilen malzemeler Türkiye’nin önde gelen sanatçıları ve tasarımcıları tarafından fonksiyonel sanat eserlerine dönüştürüldü.  Arçelik, bu proje ile geri dönüşüm konusunda farkındalık sağlarken, aynı zamanda tasarım konusundaki uzmanlığına da dikkat çekmiş oldu.


Bir boomads advertorial içeriğidir.










24 Kasım 2016 Perşembe

BİR FİLM, BİR KİTAP...

    Dün Digitürk film kanallarından birinde enfes bir biyografiye rastladım. Frank Sinatra ile ünlenmiş meşhur My Way şarkısının asıl bestecisi Claude Francois'nın hayatını anlatan  "Cloclo"... Diğer ismiyle "Benim Yolum"... 
Film En İyi Müzik dalında Cesar Ödülü sahibi. 
    Fransız şarkıcının adım adım yükselişini, orijinal adı Comme d'habidute olan My Way şarkısının nasıl ortaya çıktığını ve 70'li yılların şov dünyasını anlatan bu filmi çok sevdim. Bir kere müzikler şahane. Ayrıca kostümler de. Işıl ışıl, rengarenk görüntüler. 
Cloclo, sanatçının lakabı
    Claude François tam bir showman. Zamanının ilerisinde fikirleri olan, devamlı yenilik arayan bir sanatçı. Enerji yüklü sahne danslarının kareografisini kendisi yapıyor. Tercih edilmediği bir zamanda zenci dansçıları televizyona çıkaran kişi. Son derece bakımlı. Kostümlerine önem veriyor, kişisel bakımını asla ihmal etmiyor ve isminin baş harflerinin işli olduğu kıyafetlerden şaşmıyor. Kadın hayranları her daim peşinde. Seksi imajını kullanarak kendisini markalaştırmış. Model ajansı var, kendi adına parfüm çıkarıyor vs. İmajını bozmamak için ikinci çocuğunu gözlerden saklayacak kadar hırslı. Ancak daha sonra düzeltiyor bu hatasını. Annesi, eski karısı, çocukları, kardeşi, tüm ailesiyle birlikte gidecekleri (babasının görevli olduğu zaman doğduğu) Mısır'a düzenlediği bir seyahatten hemen önce 39 yaşında hayata veda ediyor. Ölüm nedeni pek fena! Banyo yaptığı sırada devamlı yanıp sönen ve böylece gözüne takılan ufak bir lambayı düzeltmek isterken elektrik çarpıyor. Normalde filmin sonu söylenmez ama 
ne de olsa bu belgesel niteliği taşıyan bir biyografi. 
    Filmin cimri IMDB'de puanı 6.9 ama benim puanım en az 8.5. Cloclo'yu canlandıran Belçikalı aktör Jeremie Renier oldukça başarılı. İnanılmaz bir benzerlik yakalanmış. Sanat yönetimi, yani 70'lerin kostümleri, eşyaları ve müzikleriyle de benden yüksek puan aldı. Biyografi sevenlere kesinlikle tavsiye ediyorum.
    Meraklısına "Comme d'habidute" videosu aşağıdadır efendim.

***
    Ve bir kitap... İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan "Süper İyi Günler"... Diğer ismiyle "Ya da Christopher Boone'un Sıradışı Hayatı"... Yazar Mark Haddon. 
    Yüreğime işledi Christopher'ın hikayesi. Christopher ete kemiğe büründü karşıma geldi sanki. O kadar içine girdim kitabın. Christopher 15 yaşında bir çocuk. Annesi yok, babasıyla yaşıyor. Bir gün komşularının köpeği öldürüldüğünde bu olayı çözmeyi kafasına koyuyor. Olaylar ilerlerken Christopher'in otistik olduğunu anlıyoruz. Ve dış dünyaya karışmanın onun için ne kadar zor olduğunu da... Otistik bir çocuğun ağzından gerçekçi bir dille yazıldığı için bu kitabı okuduktan sonra onları ve ailelerini anlamak kolaylaşıyor. Bu sıcacık, hüzünlendiren, güldüren, bilgilendiren kitap da tavsiyelerim arasında...













    

    

22 Kasım 2016 Salı

İSTANBUL KİTAP FUARI'NIN ARDINDAN...

    35. İstanbul Kitap Fuarı geldi geçti. Daha önce de bahsettiğim gibi bu sene birkaç kez gitme fırsatı buldum. İstanbul'da yaşayan birçoğumuz gibi çocukluğumdan beri kaçırmadığım bir etkinlik bu. Aşinası olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki ben daha önce bu seneki kadar kalabalık görmedim. En son kapanıştan bir önceki gün, yani cumartesi günü gittim. Resmen ezilme tehlikesi vardı. Daha içeri girmeden, fuar merkezinin önündeki metrobüs köprüsünde adım adım ilerleniyordu, sağdan soldan "ya çökerse" gibi korkulu söyleyişlere şahit oldum. Bugün okuduğum bir habere göre hakikaten rekor katılım gerçekleşmiş bu yıl. Geçen seneye göre yaklaşık %12'lik bir artış varmış. 
    Kalabalıktı ama coşkuluydu da bu sene İstanbul Kitap Fuarı. Çok fazla yazarın imza günü vardı. İmza günü olmayanlar da desteğe gelmişlerdi. Her köşede bir sohbet, bir muhabbet. Satış da çok oldu bana kalırsa. Bavulla gelenler çok daha fazlaydı bu sene:) Gülüyorum ama bavul getirenler haklılar tabii. Ben de sırt çantasıyla gittim neticede. İnternetten de alışveriş yaptığım için kendime fazla açılmama sözü vermiştim ama dayanamadım ve epeyi bir kitap aldım yine. Her telden oluşan bir kulem oldu.

    Fiyatlar konusuna gelirsek. Her zamanki gibi büyük yayınevlerinin indirim oranı internet satışından daha azdı. Elimde araştırarak hazırladığım bir listeyle gittim. Tek tek karşılaştırdım desem yeri var. O yüzden birçok isteğimi internet alışverişine bıraktım. İndirimi internetten fazla olanlardan satın aldım kitapları. Ayrıntı Yayınları gibi mesela. Bir de aralardan özel indirimli kitaplar seçtim. Geçen seneden daha akıllıca alışveriş yaptığımı düşünüyorum. Ama sayıyı biraz abarttım yine.
    Fuarın ilk günü Karakarga Dergi'nin imza etkinliğine katıldığımdan bahsetmiştim. 
En son cumartesi günü de Hakan Günday'la tanışmak istedim. Daha önce hiç denk gelmemiştim. Kendisi tartışmasız en beğendiğim çağdaş yerli yazar. Üslubuna bayılıyorum. Dan dan dan vuran, altı çizilesi söylemlerle dolu oluyor romanları. Enteresan, inanılması güç hikayeler anlatsa da bahsettiği her duygunun acımasızca gerçek olduğunu düşünüyorum. Beğeniyorum işte. O yüzden tanışmak ve bir okur olarak beğenilerimi sunmak istedim. Bunun için imza kuyruğunda ne kadar süre beklediğimden bahsetmek istemiyorum:) 
   Günday, belli ki okurlarını önemsiyor. Herkesin sorularına bıkmadan cevap verdiği, herkesle ufak çaplı bir sohbet gerçekleştirdiği ve fotoğraf isteklerini kırmadığı için okur başına düşen zaman sayısı oldukça fazlaydı. Dolayısıyla o uzun kuyruk zor ilerledi. Az önce bahsettiğim her şeye eyvallah da adamın şimdiye kadar çıkmış olan her kitabını getirip ve hatta aynı kitaptan 2-3 tane getirip bir seferde imzalatmanın mantığını çözebilmiş değilim. Bu da fazla oyalanmalara sebep oldu tabii. Okurlar saatlerce ayakta beklediği için Hakan Günday da hiç oturmadı. Tarzı buymuş.
Takdir ediyorum. Arada bir kuru pasta, kraker ve su dağıttırdı. Çok ince bir hareketti.

    Yalnız şunu anladım ki artık uzun imza kuyruklarında bekleyecek yaşı geçmişim. Sevilen yazarları görmek isteyen çok oluyor ve bunların %90'ı genç olduğu için onlar saatlerce beklemekten çekinmiyorlar. Uzun kuyruklar benim yaşımdakiler için ekstra bir yorgunluk oluşturduğu gibi sıra sana geldiğinde gençler kadar ilgi de görmüyorsun:) Gözlemlerime dayanarak iddia ediyorum bunu. Günümüzde yazarlar, gençler tarafından neredeyse bir pop yıldızı gibi ilgi görüyorlar ve kendileri de ilgi görmek istiyorlar. Sırada önümdeki kız, Hakan Günday için özellikle elbise ve topuklu ayakkabı giydiğinden bahsetti düşünün. Bu yüzden yazarlar da onlara bir şeyler anlatmanın, onların kalbine, beynine dokunmanın gayreti içerisinde oluyorlar. Genç bir okurun heyecanla sorduğu sorulara uzun uzun cevaplar verilirken, benim gibi olmuş da gelmiş okuyucuya kibarca ve kısaca teşekkür edip gönderiliyor:) Özellikle popüler yazarlar için söylüyorum bunu. Belli bir yaşın üzerindeki  okuyucunun en iyi sohbet edebileceği, derdini anlatabileceği yazarlar eski yazarlar:) Ya da işte belli bir yaşa erişmiş olan yazarlar. Hafta ortası fuara gittiğimde sakince gezerken Muzaffer İzgü'yü gördüm. Öylece oturuyordu sevimli sevimli. Hemen yanına gittim. Çocukluğumdan beri okuduğum, bildiğim bir yazar kendisi. "Nasılsınız?" dedim. "İyiyim kızım sen nasılsın?" dedi, elimi sıktı ve sohbete başladık. Yaşlı yaşlı birbirimizi bulmuş olduk:) Yani diyeceğim o ki fuarda imza sıralarına girmek bitmiştir benim için. Derdim hiçbir zaman imza olmadı zaten. Amacım bir okur olarak teşekkürlerimi ve beğenimi iletmek. Çünkü onların yerinde olsaydım okurlarımdan olumlu dönütler almak isterdim. Bundan sonra kitabevlerinde düzenlenenlere katılırım belki arada,
ya da fuarda sevdiğim yazarları gördüğümde eğer müsaitlerse merhaba derim.
Artık Penguen, Uykusuz, Kafa gibi dergilerin imza kuyruklarına girmenin de benim için bittiğini kabul etmem gerek. Onlar kadar iyi bir dergi okuyucusu olsan da gerçekten o kadar gencin içinde bir tuhaf duruyorsun:) Çok sevdiğim Karakarga'nın ilk sayısını imzalattım bu sene. Çok da memnun oldum. Onlar yeni oldukları için kalabalık değildi. Jübileyi onlarla yaptım yani:) 
   
    İşte böyle. Kitap kulem karşıdan bana bakıyor. Yazıyı bitirip okuma faslına geçeyim ben yavaş yavaş.




    İlgili Yazılar:İstanbul Kitap Fuarı...Karakarga Dergi... vs...
                                                                        Ya Sabır





17 Kasım 2016 Perşembe

YA SABIR!

    Dün yine kitap fuarına gittim. Öğleden sonra gittim ki okul kalabalığı dağılsın. 
Rahat rahat gezme hayalleri kurmuştum anlayacağınız ama densizin biri fena halde canımı sıktı. Can Yayınları'ndan birkaç tane alacağım vardı. Orası da hep kalabalık. Kitaplara ulaşmak, incelemek biraz zor. Farkındasınızdır stantların önündeki kalabalığın bir kısmı kuru kalabalık dediğimiz cinsten. 2-3 kişi geliyorlar örneğin, bir tanesi kitaplara bakıyor diğerleri yanında dikiliyor. Bunun gibi şeyler. Kendime yer açmaya çalışa çalışa neredeyse tam tur yapmıştım, bakacağım son bir bölüm kalmıştı. Önümde genç bir kadın, kitaplara dayamış poposunu, elindeki telefonu inceliyor. 
Kitap falan baktığı yok yani. Sağından yanaştım olmadı, solundan yanaştım olmadı. "Geçebilir miyim?" dedim biraz sertçe. O anda önündeki çember sakallı tip döndü ve "sırada o! Senin için sıradan mı çıksın?" dedi son derece sert bir şekilde. Aslında sırada olan o adam. Kız arkadaşı ya da karısı her neyse adamın arkasına geçeceğine yan tarafına geçmiş ve adamın ödeme yapmasını bekliyor. O sırada da telefonuyla oynuyor. Ve pozisyonu nedeniyle kitapları kapatıyor. "Sırada olan sizsiniz gördüğüm kadarıyla" dedim. Sonra kadın çekildiği için ilerledim ve kitaplarla ilgilenmeye başladım. Bu demez mi "sen bana terbiyesizlik yaparsan ben de sana yaparım" diye? Vır vır vır... Bohçacı kadınlar gibi konuşmaya başladı. Sesini yükseltti. Susmuyor. "Nasıl muamele yaparsan onu görürsün" vs.vs. Duyan da kadına "çekilsene gerizekalı" falan dedim zanneder. Aklınca beni ezme niyetini anladım, terbiyesizliğini anladım ve cevap vermeyip kitaplarla ilgilendim ama nafile. Beni kavgaya çekecek. Görevliler de gencecik. Gerildiler onlar da bakıyorlar. Adama değil görevliye dönüp "Duydunuz, sadece geçebilir miyim dediğim için terbiyesiz oldum" dedim. Bu hala söyleniyor ama ne dediğini algılayamıyorum çünkü sinirim tavan yaptı ve inatla cevap vermemeye çalışıyorum. Çünkü benim düşünceme göre bazı terbiyesizleri takmayacaksın, onların seviyesine inmeyerek ezeceksin. Susmadı tabii. "Uzatacak mısınız daha?" dedim. "Evet" dedi. İstesen söylenecek çok şey var da "Devam edin, yakışır" dedim, yine kitaplara döndüm. Biraz azalttı sesini, mırıl mırıl söylendi yine ödemesini yaparken. Sonra gitti. Çok ama çok sinirlendim. Öncelikle sıra işleri konusunda, başkalarını rahatsız etmeme konusunda çok hassas olduğum için kitapların önünü gereksiz yere kapamalarına sinirlendim. Ben bunlara çok dikkat edip başkalarının hakkını gasp etmemeye çalışırım çünkü her zaman. Fakat kadına "geçebilir miyim?" dedikten, o da çekilip yer açtıktan sonra adamın bana bakıp saldırmasına çok daha fazla sinirlendim. Farklı görüşlere mensup insanlar olarak ülkenin ikiye bölündüğü saflardaydık. Ve sırf o yüzden, sırf tipime, tarzıma bakarak saldırdığına adım gibi eminim. Nasıl olsa yalnızım ve kadınım da... Tesettürlü karısını ezmek için, ona toplulukta nasıl davranılır dersi vermek için yaptığımı zannetti. Üzgünüm ki bir kısım insanda var bu düşünce. Önyargılı davrandı, benim nasıl bir insan olduğumu bilmeden atladı. Oysa ben onların fiziksel görünüşlerini fark etmemiştim bile. Fark etsem de farklı davranmazdım. Şimdiye kadar hiç kimseye tanımadan, bilmeden dış görünüşü ya da dünya görüşü, inancı vs. nedeniyle farklı davranmadım. Birkaç kelam etmem lazım ki nasıl bir insan olduğunu anlayayım, ona göre hayatıma alayım ya da çıkarayım veya muhatap olayım. Benim için en önemli şey iyi kalpli insan olmaktır. Ama onlar beni dış görünüşüme göre yargıladılar, ilk fırsatta çirkeflerini kustular. "Nasıl emin oluyorsun?" diyebilirsiniz belki. İnanın insanların davranışları karşısında çok yönlü düşünürüm. Çok sinirlenip ilk anda göremediysem de yatışınca "belki şu yüzden yapmıştır" diye düşünürek empati yaparım. Hatta eşim devamlı başkalarını savunduğum için şikayet eder. Ama bu sefer yok. Eminim. Belli bir yaşa gelmiş herkes gibi çok insan tanıdım. Ülkenin gidişatından haberdarım. Kutuplaşmanın babasını yaşadığıma eminim. Yeter, gerçekten yeter! 
İkilik olmasın diye herkese medenice yaklaşmak konusunda aşırı özen gösterirken karşılaştıklarım artık boğazıma dayandı. Dün de kavga etmeyerek ders vereceğimi sanıp sakin olmaya çalışırken aklımdan neler geçti neler. Eşim medeni bir insandır çok şükür ama bana o an söylenenleri duysaydı tutamazdım onu. Böyle durumlarda yanımda olmadığı için memnun olurum normalde ama dün resmen "şurada olsaydı da şunun ağzını burnunu dağıtsaydı" dedim. Düşündüm bunu. Ve bu çok tehlikeli bir durum. Beni tanıyanlar böyle bir şey düşündüğümü duysalar çok şaşırırlar. 
Ama o kadar bunaldım işte. Gerçi yanımda eşim olsaydı o adam asla bana saldırmazdı. Bu da işin uzun uzun konuşulabilecek bir başka yönü. Kısacası, kutuplaşmanın sonu böyle böyle kavgaya dönüşüyor demek. Ha konuşuyorum ama eşime izin vermezdim dediklerim gerçekleşseydi. Kendisini tutamayanlar olursa neler olur peki? Anlatabiliyor muyum? Fena bir noktadayız. Gitgide birbirimize saygıyı yitiriyoruz. 
    Ve son bir şey daha... O kadar tartışma içinde kadın hiçbir şey demedi, hiçbir tepkide bulunmadı. Onun yerine -ki yineliyorum ben kadına hakaret etmedim, yalnızca geçiş izni istedim- adamın gereksiz yere olay çıkarması benim düşüncemi doğruluyor. Benimle kavga etmek, beni ezmek istedi. Kadına "sizin yerinize niye erkek arkadaşınız konuşuyor?" diye sormadığım için çok pişmanım şimdi.





15 Kasım 2016 Salı

İSTANBUL KİTAP FUARI... KARAKARGA DERGİ... VS...

    Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı başladı. İlk gün kapıların açılışından birkaç saat sonra oradaydım. Fuarın düzenlendiği TÜYAP'ın evime yakın oluşunun avantajını kullanıyorum ve her sene birkaç kere ziyaret ediyorum. O gün erkenden gitmemin sebebi Karakarga Dergisi yazar ve çizerlerinin imza günü olmasıydı. Karakarga'dan daha önce bahsetmiştim. (Burada) İlk sayısından beri keyifle okuyorum. Genel Yayın Yönetmeni M.Kutlukhan Perker, Semra Can gibi uzun yıllardır takip ettiğim isimlerin yanı sıra yeni tanıdığım, enerjisi şahane genç çizerler var dergide. Sadece bir mizah dergisi değil ama. Edebiyat var, siyaset var. Bu nedenle Murat Menteş, Ece Temelkuran, Irmak Zileli, Tuna Kiremitçi, Kanat Atkaya, Nebil Özgentürk, Mahir Ünsal Eriş, Berrin Karakaş, Levent Gültekin gibi isimlerin yazıları var. İlk sayılarda Hakan Günday, 
Aslı Erdoğan vardı örneğin. Daha ne olsun? Bayılıyorum. O yüzden ilk imza günlerinde ilk sayılarını o gün oraya hangi kadro gelmişse teker teker imzalatmak istedim. 
Bir uçak yolculuğundan sonra takside unuttuğumu anlayıp, iner inmez tekrar aldığım ilk Karakarga'yla birlikte gittim fuara. Kutlukhan Perker'i tebrik ettim dergi için, uzun ömürlü olması dileğimi ilettim. Soyadımızın aynılığı ayrıca sohbet konusu oldu. 
Çok az rastlanan bir soyadı ama eşimin ailesiyle akrabalıkları yok tabii.
Hararetli hararetli ne anlatıyorsam artık
    Bu soyadı durumu hoş sohbetler açtı. İlk günlerden beri Instagram'da hem derginin, hem yayınevinin sayfalarını takipteyim. Ne paylaşırlarsa beğeniyorum, bazen kendimi tutamayıp yorumlar yazıyorum. Dergi kadrosunda kim varsa takipteyim. Bir nevi fan durumları yani:) Genç mizahçı arkadaşlardan tanıyanlar oldu haliyle. Tanıma durumunun sebeplerinden biri de soyadımın Perker oluşu. "Hatırlıyorum Instagram'dan, Kutlukhan Abi'yle akraba mısınız?" diye soranlar oldu:)
     Dergide şiirleriyle yer alan Menderes Samancılar'ı Altın Portakal ödülü için tebrik ettim, Murat Menteş'le sohbet ettik. Değişikti. Malum Ruhi Mücerret'i yazan değişik bir kafa kendisi. Levent Gültekin ve Irmak Zileli'yle de ufak sohbetlerimiz oldu. Aslı Tohumcu'ya Aslı Erdoğan'ı sordum. Kanat Atkaya'yı aradı gözlerim. Ne yazık ki yoktu. Herkes derginin ön ve arka kapağında bir yeri imzaladı benim için. 
    Karikatüristleri çok severim. Cesaret, yetenek ve zekayı temsil ederler çünkü. Genç mizahçı kardeşlerim de imzalarını atarken eğlenceli yorumlarıyla farklarını ortaya koydular. Dergideki "Geriliyorum" köşesindeki Tito'nun yaratıcısı Berk Kuruçay mesela. Kendimle feci şekilde özdeşleştirdiğim ve kahkahalarla okuduğum Tito'nun olduğu sayfaya atacaktı imzayı. Bulmak için epey bir sayfa karıştırınca şöyle bir şey yazdı:)
    Karakarga çizerleri neredeyse Orhun'la akranlar. Orhun da sanat eğitimi aldığı için, 
o da yazıp çizmeyi sevdiği için iyice oğlum gibi gördüm hepsini. "Ya siz ne tatlısınız, yerim sizi" deyip yanak sıkan teyzeler modundaydım. Yaşım ilerledikçe gençlere karşı böyle bir tavır içine girdiğimi hissediyorum:) "Allah aşkına ye" deyip zorla doyurma durumları da var bir süredir:) 

    Fuarın ilk günü Karakarga Dergi sayesinde benim için böyle eğlenceli geçti. Genel olarak keyifli bir hava vardı zaten. İlk günün enerjisi farklı oluyor. Stand görevlileri henüz yorulmadıkları için daha az nalet oluyorlar mesela:) Hafta içi ortam daha sakin olsa da hafta sonunun hali bir başka. İmza günleri ve söyleşiler bugünlerde olduğu için her an yanından bir yazarın, bir gazetecinin geçme ihtimali fazla. Her köşede bir sohbet bir muhabbet. Bu sene Fetö mağduru askerler gözde örneğin. Alışverişimi hafta ortası yaparım diye düşünsem de her kitapsever gibi kendime engel olamadım. Şunları aldım:
Rozeti unutmuşum Çok cici ama.
    Karakarga Yayınları'ndan Ghost World, Büyüklere Masallar, Emirhan Perker çizimleri Replikler... Bir sayının kapağında yer alan Zeki Müren çiziminin rozeti... Defterler... 

    Çizgi roman, Manga, Anime vs. hepsi kabulüm. Çok severim. Gırgır, Fırt, Teksas, Tommiks, Zagor'la  büyüyen bir neslin çocuğu olduğum için olsa gerek. 



    Ayrıca, Boyut Yayın'dan 5 liraya bulduğum "Semiha Berksoy-Fikret Mualla/İki Aykırının Mektupları", "Faili Meşhur/3 Suikast 3 Gazeteci"... Yine aynı yayınevinden 3 liraya aldığım "Fransız Gezginlerin Gözüyle Türkler ve Yunanlılar"... İthaki Yayınları'ndan %50 indirimli "Edgar Alan Poe" şiirleri... Ve Arkeoloji ve Sanat Yayınları'ndan "İstanbul"... Bence iyi bir alışverişti. 

    Listelediğim kitaplardan bir kısmını almak için tekrar gideceğim fuara. Hafta sonu da mümkün olursa Hakan Günday'ın imza etkinliğine katılmak istiyorum. Kendisi istisnasız en sevdiğim yerli yazar. Daha önce tanışmadım. Çok sevdiğim, ikinci kere okuma huyum olmadığı halde bitirir bitirmez "tekrar okumalıyım" dediğim tek kitap olan Kinyas ve Kayra'yı imzalatayım diyorum. Onu halledince de Kerimcan Kamal sırasına girebilirim sanırım. 
    Şimdilik böyle. Bir alışveriş ve yazar tanışmasıyla daha döneceğimi umuyorum...













10 Kasım 2016 Perşembe

SEVGİYLE...

   
    Zannediyorum ilkokul 3. sınıftaydım. Okula erken başladığımı da hesaba katarsam 
8 yaşındayım. Küçüktüm yani. Oturmuş ev ödevimi yapıyorum. Atatürk'ün sözlerinden örnekler yazıyorum. Bir yandan da çocuk aklımla düşünüyorum "keşke görseydim, keşke tanısaydım" diye. Tam bunlar aklımdan geçerken Atatürk'ün "Beni görmek demek, behemehal yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir" sözünü okuyorum. O an hissettiğim duyguyu kelimelere dökmeme imkan yok. Önce ürperdiğimi hatırlıyorum, sonra çok sevindiğimi. "Bana söylüyor" dedim içimden. "Beni anlıyor" dedim. 
Bugün bile çok net aklımda. Hayatımda çok az yaşadığım, unutamadığım ve asla unutamayacağım tanımsız anlardan biriydi. Yemin ediyorum bana söylüyor zannettim çocuk aklımla ve o andan sonra Atatürk'e sevgim daha da arttı. Ve yıllar sonra aklım ermeye başlayınca o hatırama dayanarak Atatürk'ün ne kadar ileri görüşlü olduğunu, her kesime hitaben etkisi yüzyıllarca sürecek olan sözler sarf ettiğini, milletini çok iyi tanıdığını, aslında kısacası bir deha olduğunu iyice idrak ettim. Zamanını aşan zekaya ve karaktere sahip bir liderdi Atatürk. Ve ne mutlu ki bize nasip oldu. 
    Atam! Kahramanım! Seni bir kez daha gururla, sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyorum. Mekanın cennet olsun.






4 Kasım 2016 Cuma

SAFRANBOLU'DAN AMASRA'YA...

   Safranbolu, Amasra, Bartın, Ereğli vb. merkezleriyle Batı Karadeniz çoğu kimsenin gezip gördüğü yerler diye düşünüyorum. Hele hele Safranbolu'yu ziyaret etmeyen bir ben kalmışımdır herhalde. O yüzden tarihi ve coğrafi özelliklerine pek değinmeden 
ya da değinemeden genel izlenimlerime dayanan bir yazı olacak bu. Mesela... 
Neler gördüm? İlk kez katıldığım "tur" deneyiminde neler yaşadım?
    Her zaman olduğu gibi serbest olarak kendimiz gezmiş olsaydık vereceğim farklı bilgiler olurdu mutlaka. Gitmeden araştırırdım, Safranbolu ve Amasra'nın altını üstüne getirip farklı deneyimler edinmeye çalışır ve paylaşırdım. Ancak topluca gezilen bir tur programına dahil olduğumuz için nereye götürdülerse orayı gördük, ne anlattılarsa onu dinledik. Sevmiyorum ben bu tur işlerini. Ha alanında isim yapmış kimselerin rehberlik ettiği, katılması faydalı gezilerin düzenlendiği özel tur şirketleri de var ancak onlar maddi açıdan bizi zorlayacağı için en iyisi kafana göre takılmak. Kendi kendine araştırıp öğrendiklerin, zorlama olmadan gönlünce gezdiğinde gördüklerin kesinlikle daha kalıcı yer ediyor kafanda. Kimse dikkatini dağıtamıyor.

    1 gece konaklamalı Safranbolu-Amasra turumuzu gerçekleştirmek için ETS turu tercih ettik. Artık birbirimize saygımız azaldığı için seyahatin seyrini aksatan katılımcılar olur diye düşünüyordum zira böyle şeyler duyuyordum. Fakat tam tersi her şey saatine uygun gerçekleşti. Tüm kararlara ve akışa dikkat eden gezginlerdik. 
Bu durum oldukça hoşuma gitti doğrusu.
    Sabahın erken saatlerinde İstanbul'dan yola çıktık, öğlen saatlerinde Safranbolu'ya ulaştık. UNESCO'nun kültür mirası listesinde yer alan tarihi merkeze girmeden önce Hıdırlık Tepesi'nden seyrettik bu bölgeyi. Şansımıza o hafta sonu cömertçe ışıklarını ve sıcaklığını saçan güneşle birlikte manzaranın tadını çıkardık.

    Orhan Gazi zamanında yaşamış bir kumandan olan Hıdır Bey'in türbesinin yer aldığı Hıdırlık Tepesi, tarihi Safranbolu'yu en mükemmel haliyle gözler önüne seren bir seyir terası konumunda.


   
    Tekrar otobüse binip ilçe merkezine ulaştığımızda önce tur programına dahil olan İmren Restoran'da yemeğimizi yedik. Arkasından ekonomiye katkıda bulunması gerekli ve zorunlu turistler olarak İmren Lokumları'na yöneldik:) Kronik tatlısever olarak lokum alışverişine hiçbir itirazım yok aslında. Bölgenin meşhur baharatı safranı da yok sayamazdım. O yüzden lokum çeşitlerinden safranlı olanını satın aldım. 
Tadı çok farklı gelmedi bana.
    
    İmren Lokumları'ndan bir arkadaşın tanıtımıyla  hakkında daha fazla bilgi edindiğim Safran enteresan bir bitki. Tatlı mor renkli yapraklarından nasıl oluyor da kendi ağırlığının 100.000 katı miktarda suyu sarıya boyayan bir baharat çıkıyor? Enteresan.

    Safranbolu küçük bir ilçe olabilir ancak 1500 civarında tarihi yapıyı bünyesinde barındıran bir zenginliğe sahip. Ne yazık ki o gün kısıtlı sürede her yerini gezme imkanı bulamadık. Önde rehberimiz arkada biz, koştura koştura Yemeniciler Çarşısı'ndan geçip Kaymakamlar Evi'ne vardık.

    Safranbolu evleri, günümüze kadar gelen bozulmamışlıklarıyla, 18 ve 19.yy Osmanlı konut mimarisini en iyi yansıtan örnekler. Ve bugün müze olarak düzenlenmiş olan Kaymakamlar Evi de bunlardan biri.





    Burası Yarbay Hacı Mehmet Efendi'nin eviymiş. Kendisi kaymakam değil bir asker. Osmanlı'da Kaim-i Makam meğer yarbay demekmiş. Kaymakamlar Evi ismi oradan geliyormuş.
    Evin pencerelerinden baktım baktım da hemen karşımda duran fakat vakitsizlikten gezemeyeceğim Kent Tarihi Müzesi, Saat Kulesi ve eski hapishaneye doğru iç geçirdim. Aslında içinde bulunduğumuz bu müzeyi ziyaret bitince 1 saat serbesttik ancak o sürede annem karşı tepeye koşturamayacağı ve zaten yorulmuş olduğu için vaktimizi müze bahçesinde kahve içerek geçirdik.

    Belli bir saatte ekiple Cinci Hamamı'nın önünde buluştuk ve Yörük Köyü'ne gitmek için otobüsümüze doğru harekete geçtik. Grubun hareketlenmesiyle benim "e hani bu hamamı görecektik?" demem bir oldu. Sayın tur rehberimiz "serbest zamanda isteyen girer demiştim ya ayrılırken" diye cevap verdi. Hıdırlık Tepesi'ndeyken "şu karşıdaki hamama da gireceğiz, şöyle güzel böyle güzel" demişti halbuki ve daha sonra çarşı kalabalığı içinde koştura koştura giderken "isteyen girer" demiş. Sakin bir yerde herkesi toplayıp söylemediği için duymayan çok kişi oldu haliyle. Cinci Hamamı'ndan da kalmış oldum.

    Fakat her şeye rağmen turizm şirketleriyle gezmenin şöyle bir avantajı var ki merkez dışındaki yerlere rahat rahat gidebiliyorsun. Safranbolu'daki Yörük Köyü gibi...

    Osmanlı zamanında yerleşik düzene geçen Anadolu yörüklerinin yerleştiği köylerden biri burası. Yerel dokusunu koruyan, sokaklarında gezerken tarihi bir film platosunda olduğun hissini yaşatan bir köy.
Bu fotoğraf için annem konu mankeni olsun:)
    Köydeki ilk durağımız 300 yıllık bir çamaşırhane oldu. Köylü kadınların belli günlerde toplanıp çamaşır işini hep beraber hallettikleri çamaşırhanenin düzeninde yer alan Bektaşilik simgelerini, az sonra gezeceğimiz Sipahioğlu Konağı'nın 8.kuşak sahibi anlattı bizlere. Çamaşır taşının 12'ye bölünmesinin 12 İmam'ı temsil etmesi gibi...


    
    Çamaşırhanenin ardından istikamet Sipahioğlu Konağı. Köyde 450 yıllık konaklar da varmış ancak burası orijinal haliyle günümüze kalan 300 yıllık bir konakmış. Az önce de belirttiğim gibi konağın 8. kuşak sahibi olan -ne yazık ki ismini hatırlayamadığım- bey grubumuzu gezdirdi ve 650 yıldan beri yaşanan köy hayatını, yörüklerin geleneklerini anlattı.


    
    Çocukluğumdan kalan ahşap evli hatıraların kokusunu getiren bir mekandı burası. Şimdi çevremde olmayan ancak zamanında İstanbul ve Bursa'da eski ahbaplara, akrabalara gittiğimizde görebildiğim ve o günlerde bile kokusuna bayıldığım ahşap evleri düşünürüm bazen. Artık böyle turistik gezilerde rastlayabiliyorum onlara.


   
   Ahşap tavan süslemeleri, kalem işi bezemeler, aynı zamanda Bektaşi köyü olması nedeniyle her yerde bu inanca ait simgeler, daha fazla ışık vermesi için yapılmış olan pek meşhur aynalı küre... Her biri geçmişten birer hatıra.


    
    Yukarıdaki fotoğrafta hoş bir ayrıntı var. Duvar süslemesini bitiren usta işini tamamladığı saati de resimlermiş.


   
   Ve İstanbul manzarası... Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul'dan gelen bir gelinin hasretini gidermesi için kondurulmuştu o duvara.

    Safranbolu'daki Yörük Köyü bugün bize ne denli hoş gelse de yerlilerin çoğu artık İstanbul'da veya diğer büyük şehirlerde yaşıyorlar. Konağın web sitesinden okuduğuma göre köyün nüfusu 250'ye yakınmış, daimi olarak yaşayan kişi sayısı 60 civarındaymış. Bunu o gün gezerken konuştuğumuz yaşlılar da doğruladılar, gençlerin gittiğinden yakındılar. İnsanlar ne şartlar altında başka şehirlere göç ediyorlar konusunu iyice öğrenmeden eleştiri yapmamak lazım. İlkokulda katıldığım bir münazaranın konusu geldi aklıma: "Ülke refahı için önce köyleri mi kalkındırmak gerekir? Yoksa şehirleri mi?"

    Yörük Köyü'ne veda edip taşlı yollarından otobüsümüze doğru ilerlerken 
Leyla Gencer'e bir selam çakmayı ihmal etmedik.  Dünya sahnelerinde "La Diva Turca" olarak tanınan efsane opera sanatçısı Leyla Gencer'in babası bu köyün eski ailelerinden biri. Kendisinin büstünü ihmal etmemiş Safranbolu halkı.



    Gezimizin ilk günü bu şahane köyle son buldu. Akşam yemeğini de alacağımız Bağlarsaray Otel'e ulaştık. Her kalemi düşünüp bu otele vereceğim puan 10 üzerinden 7.5 olacak. Bir gece konaklama için yeterli bir puan diye düşünüyorum.

    Ertesi sabah erkenden, kahvaltının ardından toparlanıp yola çıktık. 
Tokatlı Kanyonu'na gidecekmişiz. Daha doğrusu kanyon manzarasını seyredebileceğimiz Cam Teras'a...


     
    Cam Teras'tan Tokatlı Kanyonu manzarasını izlemek benim gibi bir miktar yükseklik korkusu olanlar için zor olsa da keyifli bir deneyimdi. Ayaklarımızın altındaki cam taban çok temiz olsaydı ve güneş ışığına maruz kalmasaydı, yani uçurum net bir şekilde görülseydi asla çıkamazdım oraya. Her zaman böyle değilmiş yalnız. Daha önce görmüş olanlardan biliyorum. Onu belirteyim de olumsuz bir intiba yaratmış olmayayım. Muhakkak temizleniyordur ve günün belli saatlerinde ışık yansıması da olmuyordur. Benim için o gün yarı mat görüntü gayet yeterliydi:)
  
   Teknik hesaplardan dolayı hafif bir sallantı da var, işte böyle minik adımlarla sarsak sarsak ulaştım köşeye:) Annem daha rahattı:)


    
    Kanyonun güzelliklerinden yararlanmak sadece bu şekilde olmuyor. 9 km'lik parkurunda yeşili bol bir yürüyüş gerçekleştirmek mümkün. Yaklaşık 2 saat sürüyormuş. Bir bahar zamanı Safranbolu'ya eşimle gelmeyi ve bu kez kanyona inmeyi yazdım bir kenara.



    Safranbolu'ya doyum olmaz ancak sırada Amasra var. Kanyon'dan sonra yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculukla Amasra'ya vardık. Aynı zamanda şehir değiştirmiş olduk. Safranbolu Karabük iline bağlı, Amasra ise Bartın'a. Bunu yazdım çünkü ben bu yeni iller konusunu feci karıştırıyorum:)

    Yine merkeze inmeden önce şehir manzarasına hakim Bakacak Tepesi'nde fotoğraf molası verildi.


    
    Şehir merkezi yukarıdaki fotoğrafta görülüyor ve mola verdiğimiz yerin sağ tarafında kalıyor. Ancak ben, zannediyorum görüntüyü bozan bina sayısı daha az olduğu için sol taraftaki manzarayı daha çok beğendim. Bakınız alttaki foto:
      
    Amasra küçük fakat tarihsel geçmişi, coğrafi güzellikleri ve tam da bu yüzden turistik özellikleriyle dopdolu bir ilçe. Yaz mevsiminde kalabalık olduğunu tahmin ettiğim sokakları ve plajları Ekim ayında oldukça tenha ve tam da gezilebilecek kıvamda.
   
    Rehberimiz bizi yine koştura koştura Roma İmparatorluğu zamanından kalma Kemere Köprüsü'ne götürdü ve ne yazık ki yine dişe dokunacak bilgiler vermedi.


    
    Oysa ki 3000 yıllık bir geçmişe sahip Amasra'dan Amazonlar geçmiş, Fenikeliler geçmiş, İyonlar, Persler, Romalılar, Bizans, Cenevizliler geçmiş. Nihayetinde 
Fatih Sultan Mehmet tarafından topraklarımıza katılmış. Fatih Sultan Mehmet'in Bakacak Tepesi'nden gördüğü şehir için "Lala, Lala, çeşm-i cihan bu mu ola?" dediği rivayetini bir de ben hatırlatayım mı bilemedim? :) Zira Amasra dendiğinde her yerde karşımıza çıkan budur. Rivayet de olsa haklı sebeplere dayanmaktadır. Yani Amasra "Dünya'nın Gözü" sıfatını fazlasıyla hak etmektedir. Aslında Amasra için bu deyimi kullanan ilk kişi Bizanslı tarihçi Niketas'mış. Fatih Sultan Mehmet ise çok okuyan, çok araştıran entelektüel bir sultan. Muhtemelen "Niketas'ın bahsettiği Dünya'nın Gözü burası mı?" anlamına gelen bir sorudur Sultanın sorduğu.


    
    Köprüden geçerek fakat kuleye girmeyerek hemen kapının önünden topluca geri döndük ve Fatih Cami'i görmek için ara sokaklara daldık. 


    
    Fatih Cami adından da anlaşılacağı gibi, Fatih Sultan Mehmet Amasra'yı aldığında kiliseden camiye çevrilmiş bir ibadet yapısı. Dış mekanı Bizans yapısı olduğunu belli ediyor ancak iç kısımda tarihi hiçbir özellik kalmamış. Beyaz sıvalı duvarlara gömülü tek bir apsis kemeri göze çarptı gözüme.
    
    Aşağıdaki ev hemen caminin karşısında yer alıyor. Fotoğrafta belli olmuyor ama oldukça çekici bir ev. Buralara yabancı bizler için fantastik bir özellik taşıyor. Herkes hayran hayran bakıp fikir belirtirken, öylesi tarihi sıcaklıkta bir evin hayalini kurarken, bahçeyle ilgilenen sahibi Baltalı İlah tavrıyla çatır çutur bölüyor hevesleri:) "Herkes beğeniyor aman iyi bakın diyor da biliyorlar mı buraya bakmak ne kadar zor?" 
Öyle yapılmıyor, böyle edilmiyor, şu kadar masraf vs. O da haklı kendince. 
Tarihi eser konumundaki evlerde her istediğin düzenlemeyi yapamıyorsun malum. Yapmaya kalktığında, iznini aldığında da epeyi bir masraf yapmak gerekiyor.

    Amasra'nın her evinden çiçekler taşan sokaklarını az da olsa gördükten -ve çok beğendikten- sonra öğle yemeği için anlaşılan balık restoranına yöneldik. İsteyenlerin ayrılabileceğini söyledi rehberimiz fakat Mavi Yeşil Restoran'ın Amasra'nın en iyilerinden biri olduğunu defalarca vurguladı. Biz de o yüzden gruptan ayrılmadık. Epeyi yürüyüp vakit kaybettiğimiz gibi bizden sonra gelen bir başka grupla kesişerek curcuna içinde yedik balıklarımızı. Kalabalık nedeniyle geç yapılan servis de cabası. Gruptan ayılıp daha önce gezerken gördüğümüz hoş restoranlardan birine girmediğimiz için çok pişman olduk. Bir daha böylesi bir tura katılırsak aklımızda olacak.

    Yemekten sonra yaklaşık 1,5 saat serbest takılma hakkımız vardı bu kez. Bir miktar çarşı içinde oyalanıp Arkeoloji Müzesi'ne gittik bir hevesle. Fakat her gezide illaki önemli bir müze kapalı olacak ya bu kez sıra bu müzedeydi. Restorasyonu henüz bitmemiş ama haberiniz olsun çok az kalmış. Zaten dışarıdan da belli oluyordu neredeyse hazır olduğu. Bu durumda sadece bahçesini gezebildik.




    
        Geri dönüş saati gelene kadar Küçük Liman manzaralı çay bahçesinde birer Türk kahvesi içip manzaranın tadını çıkarmaya karar verdik. Roma, Ceneviz, Osmanlı izleri ve şahane maviliğiyle Karadeniz gözlerimizin önündeydi. Fotoğraflarım iyi değil, Amasra manzarasının eşsizliğini yansıtmaktan uzaklar. Ve inanın sözlerim de yetersiz kalıyor. Bir burunun iki tarafında yer alan her iki koy da gönlümü fethetti. Ruhumun dinlendiğini hissettiğim ve düşündükçe bu hissi hatırladığım lokasyonlardan oldu Amasra kıyıları. Ancak belirtmek isterim ki benim bahsettiğimden çok daha fazla gezilecek görülecek yeri var. Kısıtlı zamanda, kalabalık bir grupla, bireysel olarak da annem bana göre daha çabuk yorulduğu için aslında görebileceğim bazı yerleri atlamak durumuyla bu kadar oldu. Şikayet amacında değilim. Bu kadarı bile mutlu etti beni. Bir başka sefere dolu dolu gezmek kısmet olur belki. Kim bilir?
    
    Benim için Ekim ayına hoş bir başlangıç oldu Batı Karadeniz gezisi. Yeşilin, mavinin tadını çıkardık. Rahat bir yolculukla döndük fakat İstanbul'a girince sinir bozucu bir trafik olmuyor mu? İşte o, yaşanan tüm güzellikleri bir süreliğine kafadan siliyor. 
3-4 saatte şehirler değiştirirken, aynı vakitte birkaç semt aşabiliyorsun ancak. 

    Ufak tefek serzenişlerim oldu fakat böylesi turların enteresan bir yanı oluyor ki bu da farklı farklı insanlar tanımak. Bir otobüs dolusu birbirini daha önce görmemiş insan bir süre birbirine katlanıyor mu  desem? Kaynaşıyor mu desem? Tanıdıkça şaşırıyor mu desem? Ne desem bilemedim. Annemle yolculuğumuz arkamızdaki arkadaşların hallerine mecburen tanık olmakla geçti. Dönüşte annem uyuyunca asıl atraksiyona ben şahit oldum. 3 kadın arkadaş olarak geziye katılan koltuk komşularımız devamlı surette hiç sakınmadan konuşarak özel hayatlarını iyice öğrenmemize sebep oldular. Özellikle kulak kabartmadım. Hatta kitap okumaya çalıştım ama ne mümkün. Bağıra çağıra konuşup rahatsız ediyor değiller ancak sakınmıyorlar da ve koridorun diğer tarafındaki arkadaşlarıyla da sohbet ettikleri için her şey duyuluyor. Bu arkadaşlarımız efendim, Safranbolu'da konakladığımızda biz yorgunluktan yattığımız yeri bilmezken gece dışarı çıkmışlar. Çıkabilirler, gayet doğal. İlginç olan şuydu ki bir tanesi o gece sevgili yapmış. Ertesi gün bizim otobüs önde, adamın ve arkadaşlarının arabası arkada yolculuk ettik. Molada buluştu sevenler, İstanbul'da da devamı gelecekti. Dönüşte tüm yol boyu kadının nasıl aşık olduğunu, kadınlardan birinin bu durumu onaylamayışını ve itirazını, diğerinin destek oluşunu dinledim. Sevgililer yazışıp durdular yol boyu ve kadın hepsini ara ara sesli şekilde okudu arkadaşlarına. Dediğine göre ihtiyacı varmış böyle bir heyecana. Olan biteni ben rahat rahat duyduğuma göre arkadakiler vs. bir çok insan duydu bunları. İlginçti. Çok ilginçti. Ve sevgili yapan kadıncağız evliydi. Arada çocuğuyla, eşiyle konuştular.  Kim nasıl yaşarsa yaşasın beni ilgilendirmiyor. Yolculuk boyunca ulu orta konuşmalarını tuhaf buldum sadece. Yoksa her şey insanlar için. O kadar roman, hikaye boşa yazılmıyor. Filmler nereden alıyorlar konularını? 
İnsanları gözlemlemek istiyorsan arada böylesi kalabalıklara da karışacaksın demek ki.